"Gölgeye girenin gölgesi olmaz." | Neşet Ertaş
Devlet, soyut bir kavram. Tanrı gibi kişinin kendisinden vazgeçmesine yönelik bir soyutlama. Kişinin yetişkin olamaması üzerinden varlığını sürdürürken kişiyi değersizleştirir, düşünmesine, soru sormasına, itiraz etmesine izin vermez (Ömer Faruk, Başkası Adına Konuşmanın Haysiyetsizliği, Ref.: Saul Newman).
Devlet kişiyi sınırlar, insanlaşma yönünde gelişmesine izin vermez. Soyut devlet, kendini kurumlarla somutlaştırır. Siyaset ve bürokrasi kurumları aracılığıyla "bir" ve "bütün" üzerinden kendi zihniyet kodlarını yaygınlaştırıp kişilerin zihinlerini doldurarak herkesi bir küçük devlete dönüştürür.
İlkel (atalardan kalma anlamında) toplumların aksine, devletli toplumlar "bir"e, devlet iktidarının kıyıcı, hoşgörüsüz, tahakkümcü zihniyetine teslim olmuş durumda. Pierre Clastres, Kötülüğün Olmadığı Ülke'yi arayan ilkel toplumun hangi talihsiz, önlenemez nedenlerle eşitsizliği ve despotun iktidarını önleme noktasından devletli topluma dönüştüğü sorusunu sorar. Cevabı, kaos-doğa-iktidar ilişkisine atfedilen anlamda bulur.
Ömer Faruk, Ahmet Tulgar ile yaptığı söyleşide, "Devleti fiziki bir organizasyon olmaktan çok 'küçük bir devlet olarak zihin' biçiminde ele almak birçok sorunu çözecek bence. İmge düşünceyi, düşünce kurumu, kurumlar toplamı ise devleti oluşturur. Her kurumlaşmış kişi ise yasa, ahlak ve devletin cisimleşmiş taşıyıcısıdır. Zihnimiz bir küçük devlet gibi çalışıyor."
Devlet kendini sadece ordu, polis, bürokrasi, üniversite, medya gibi kurumlar üzerinden değil, normal bireyler üzerinden de yeniden üretmekte. Foucault’a göre, iktidar doğrudan üretici bir ilişkidir. İktidar ilişkileri, egemen olan kadar egemen olunanların da bedenlerinden geçer. İktidar ilişkileri aşağıdan üretilir. Egemen olanlar kadar egemen olunanlar da ona katılır.
Neo-Gramscian yaklaşım olarak bilinen teoriye göre, hegemonya yalnızca tahakküm ve güç, yani baskı yoluyla kurulmamakta, aynı zamanda rıza da üreterek, gönüllük oluşturarak güç unsuruyla birlikte etki altına girme olarak değerlendirilmekte. Hegemonya kavramının, devletin toplumu şekillendirdiği; okullar, ordu, medya, aile, dini kurumlar gibi bütün aracı kurumları kapsadığı ifade edilmekte.
Ömer Faruk'un devlete ilişkin tespitlerini hakikat anlamında değerlendirmek gerekir (Faruk, a.g.e., s. 66-71):
Her devlet, "dış düşman"a muhtaçtır, varlığını onun varlığına bağlı kalarak sürdürür.
Her devlet, doğrularına karşı gelenleri “vatan haini”, “millet düşmanı”, “kökü dışarıda”, “sütü bozuk” diye suçlar, yargılar ve mahkûm eder.
Her devlet, aynı zamanda bir de “iç düşman”a sahiptir (Etienne Balibar).
Her devlet, hem yargıç, hem cellat, hem de jüridir = kamu vicdanıdır = adına konuşanlar toplamıdır.
Her devlet, bir defa kurulduktan sonra, tebaasına aşkınlık biçiminde görünür (Ulus Baker),
Her kurumsallaşmış kişi (Küçük bir devlete dönüşmüş kişi = puzzle parçası) devletin (=yasanın ve ahlakın) gündelik hayattaki cisimleşmiş taşıyıcısıdır.
Frankfurt Okulu Marksistlerinden Theodor Adorno, “bütün yanlıştır” ilkesinden hareketle, toplumda egemen olan ideolojinin bu “bütünsel” yanlışın ya da yalanın bir yansımasından ibaret olduğunu belirtir. Bu nedenle “gerçek tarihsel savaşım”, ideolojiye karşı bir savaşımdır; çünkü savaşılması gereken, toplumu temelden biçimlendiren “toplumsal bilinç”tir. Bu, toplum içindeki insanların en incelmiş beğenilerinden en gündelik algılarına dek, onların düşünsel yapılarını derinlemesine biçimlendirir.
İdeolojiyi iktidarla özdeşleştiren Habermas’a göre, "iktidar tarafından sistemli biçimde çarpıtılan bir iletişim biçimi" olan ideoloji, "bir tahakküm aracı haline gelmekte ve güç ilişkilerini meşrulaştırmaya" hizmet etmekte. Dilin iletişimsel yapısı da iktidar çıkarları tarafından bozulup kuşatılmakta.
Doğduğunda insanın zihni, boş bir sayfadır (tabula rasa). Büyüdükçe zihnine aile, devlet ve onun ideolojik aparatları olan okul, çevre, ordu, yargı, bürokratik kurumlar ideolojik kodlarla saldırmaya başlar. Böylece devlet ideolojisinin kodlarıyla dolan zihin artık hayatla ve toplumla ilişkisini bunun üzerinden kurar.
Zihinlerde oluşan ve hayata yansıyan zihniyet çoğalarak çoğunluğu oluşturur. Ne kadar farklı olmaya çalışsanız, ne kadar okuyup gözlem yapsanız da sözkonusu zihniyet sizi bir yerde yakalar ve aşağıya doğru çekmeye çalışır. Hele bu zihniyet çıkarların maskesi haline getirilmişse iş daha da karmaşık bir hal alır.
Kuşkusuz toplum, birey olamamış kişiyi, devlet ideolojisi kodlarının oluşturduğu zihniyet üzerinden ele geçirmeye çalışmakta. İşte “ele geçirilemez” olmak bu anlamda çok önemli.
"Devlet-içi düşünce", yaratıcılığı, deneyimlemeyi, özgürleşmeyi, coşkuyu ve neşeyi engellemekte. Kemalizm, tüm kesimleri devlet-içi bir düşünce tornasından geçirdiği için çoğunluk hayatı “kurucu özne”, “tarihi bilinç”, “devletin milleti ve ülkesiyle bölünmez bütünlüğü” gibi aşkınlık kavramları üzerinden okumakta.
Oysa içkinlik boyutunda hayat temsildeki hiyerarşiyi reddeden, özneye ve nesneye bağlı olmayan, deneyimlemekten çekinmeyen, kendini keşfederken tekrar tekrar yeniden icat eden bir düzlemde yaşanır (Dışarıdan Düşünmek, Cengiz Baysoy – Sinem Özer).
Deleuze'e göre, “halkın istediği şey”, halkın istediği şey değil, birinin halkın istediği şey olduğunu düşündüğü şeydir. Halkın istedikleri “temsil edenlerin” istedikleri şeydir. Böylece devlet-içi düşüncenin “temsile” dayandığı ortaya çıkmakta.
Küçük bir devlet olarak tanımlanan iyi yurttaş, devlet-içi düşünerek, onunla özdeşleşerek “normal birey” haline gelir. Bunun politikadaki karşılığı hükmedilen, itaat altına alınmış ve disipline edilmiş kalabalıklardır (tabi grup).
Türkiye özeline geldiğimizde devletin kurucu ideolojisi “çoğulculuk”, “farklılıklara saygı”, “katılımcılık”, “müzakere-uzlaşma” kavramlarının aksine “tekçilik”, “farklı olanı asimile veya inkâr ya da imha etme”, “merkeziyetçilik” esaslarına dayalı olduğundan ve devlet organizasyonu (iktidar, yasama, yargı, bürokrasi) ve tüm aparatları ile bu ideolojiyi besleyip sürekli olarak yeniden var edebildiğinden değişmezlik yönünde ortaya aşılamaz muazzam bir bariyer çıkmakta.
Türk-İslam sentezine dayalı ideolojik yapının oluşturduğu zihniyet ve ürettiği “kodlar” toplumu ve seçimlerde oy veren kitlenin büyük bir çoğunluğunu kuşatmış ve bu çoğunluk sözkonusu zihniyeti içselleştirmiş durumda. Bu çoğunluğa karşılık gelen, ister sağda ister solda olsun, tüm siyasi partiler programlarına ne yazarlarsa yazsınlar aynı zihniyetle sakatlanmış durumdalar.
Şevket Süreyya Aydemir, vatanın daima tezatsız bir cemiyetin yurdu olacağını belirtirken, Mustafa Kemal, hâkimiyetin güçle, kudretle alınacağını söylüyor, kendisinin belirlediği temsil mekanizması yoluyla halkı modernleştirmeyi hedefliyordu.
Cumhuriyet kurulurken ortada örgütlü bir ulus bulunmayıp kurgulanmış olduğundan siyasi temsil de güdük kalmış bir ilişkiye dayanıyordu. Kemalizm siyasi alanda da seçkinlerin tekelini korurken, Mustafa Kemal siyasi temsilin aktörlerini kendisi belirliyordu. Seçkinlere dayalı Osmanlı devletçiliği milli devletçiliğe dönüşürken devletçilik Kemalist hareketin ideolojisinin aparatı haline gelecekti.
Türkiye temsil krizinden çıkabilmiş değil. Parti içi demokrasinin olmadığı, lider kültünün egemen olduğu bir siyasi yapılanmada temsil, temsil edileni bozarken, temsil etme yıkıma ve ölüme neden olan bir şiddete dönüşmekte.
Müzakere-uzlaşı geleneği olmayan, şiddet ve ölüm yoluyla imha ederek sorun çözme geleneğine sahip olan Türkiye, çatışma, gerilim ve ölümlerin yaşandığı ülkelerin başında geliyor.
Toplumu türlü yol ve yöntemlerle korkutan devletin etnik ayıklamalarına “din”i referans alanlar da karşı çıkmayıp, savaşın, ölümün dili bütüne yayılırken toplum yönetenlerle birlikte bir suç ortaklığı organizasyonuna dönüşmüş durumda.
Türkiye, bu kısırdöngüden nasıl çıkacak? Tarihsel, siyasi, toplumsal birikim kırılmaz çekirdeğe dönüşmüştür. Ülkenin zaten az olan entelektüel gücü yok edilmiş, sermaye gücü tüketilmiş, kamusal müzakere alanı boğulmuş, siyaset çözüm yeri olmaktan çıkmıştır.
Her kişi zihnini boşaltarak küçük bir devletçik olmaktan kurtulmadan, yani kendi sıçramasını yapmadan, bu sıçramaya rehberlik edecek entelektüel güç öne çıkmadan, bu sıçramayı destekleyecek sınıfsal güç olmadan değişim hayal.