Lozan'ın gündemi Musul meselesiyle, dolayısıyla Kürtlerle yakından ilgilidir. Bu nedenle Mustafa Kemal özerklik meselesi üzerinde önemle durmaktadır. Lozan görüşmeleri kesilmeden önce 16-17 Ocak 1923’te İzmit’te yaptığı basın toplantısında Ahmet Emin (Yalman) Bey’in sorusuna şu karşılığı verir:

“Türk anasırının içine gire gire öyle bir hudut hasıl olmuştur ki Kürtlük namına bir hudut çizmek istersek Türklüğü ve Türkiye’yi mahvetmek lazımdır... ...başlı başına bir Kürtlük tasavvur etmekten ise bizim Teşkilat-ı Esasiye Kanunu mucibince (1921 Anayasası’nın özerklikle ilgili düzenlemesi) mahalli muhtariyetler teşekkül edecektir. O halde hangi livanın ahalisi Kürt ise onlar kendilerini muhtar olarak idare edeceklerdir.” (Mustafa Kemal, Eskişehir–İzmit Konuşmaları, İst. 1999, Kaynak Yay. -Parlar- a.g.e.)

Anlaşıldığı kadarıyla Mustafa Kemal, Misakı-Milli sınırları içinde yaşayan Kürtlerin Musul ile ilgili gelişmelerden dolayı bağımsız hükümet kurma yönünde etkileneceklerini düşünerek, petrol çıkarları nedeniyle ısrarcı İngilizlere Musul’u bırakmayı göze alırken, Misakı-Milli içindeki Kürtleri muhtariyet kartıyla yanında tutmak istemektedir.

Musul’un İngilizlere terk edileceğinin açıklık kazandığı bir dönemde, İngiltere’nin arzuladığı gibi hilafetin kaldırılması, 1924 Anayasası’yla muhtariyetten vazgeçilmesi, Türkçenin resmi dil olarak kabul edilmesi Kürtlerde hayal kırıklığı yaratmış, 1924 yazında Kürt bölgesinde memnuniyetsizlik artmıştı.

Milli Mücadele döneminde Mustafa Kemal’i tam olarak desteklemiş Kürtler Kemalistlerden koparken, dindar kesim muhalefetini içine kapandıkları dini yapılardan yapıyor, diğerleri ise dinamik bir muhalefet kanalı olan “Azadi”ye katılıyordu. Bu arada Şeyh Sait, Azadi’nin kurucularından Cibranlı Halit Bey’le buluşuyordu.

Azadi’nin Şeyh Sait İsyanı’na giden yolda Kürtlerin yakınmalarına neden olarak gördükleri hususlar ise şunlardı:

1) Azınlıklara ilişkin çıkarılan yeni bir kanun şüphe yaratmıştı. Türklerin Kürtleri Batı Türkiye’ye dağıtarak, onların yerine Türkleri doğuya yerleştireceklerinden korkulmuştu. 2) Kürt dilinin okul ve mahkemelerde kullanımı kısıtlanmıştı. 3) Önceleri coğrafi bir terim olarak kullanılan “Kürdistan” kelimesi tüm coğrafya kitaplarından kaldırılmıştı. Kürtçe coğrafi isimler kademeli olarak Türkçe isimlerle değiştirilmekteydi. 4) Kürdistan’daki tüm yüksek hükümet görevlileri Türk’tüler. Sadece daha aşağıdaki kademelere dikkatlice seçilmiş Kürtler atanıyordu. 5) Ödenen vergilere oranla hükümetten yeterli hizmet alınmıyordu. 6) 1923’teki Büyük Millet Meclisi seçimlerine hükümet müdahale etmişti. 7) Hükümet sürekli olarak bir aşireti diğerine karşı kullanma politikası izliyordu. 8) Türk askerleri sık sık Kürt köylerini basarak hayvan götürüyorlardı. Talep edilen erzakın karşılığı ya yetersiz ödeniyor ya da hiç ödenmiyordu. 9) Orduda Kürtlerin kademe ve mevkileri Türklerle eşit değildi ve Kürtler genellikle zor ve istenmeyen işlere gönderiliyorlardı. 10) Türk hükümeti Alman sermayesinin yardımıyla Kürtlerin yeraltı zenginliklerini sömürmeye girişmişti. 11) Türk ve Kürtleri birbirine bağlayan en son bağ olan halifelik kaldırılmıştı.

1924 yılında Suriye ve Irak sınırlarının, dolayısıyla ticaret yollarının kapatılması yarı göçebe yaşayan aşiretleri sarsarken hayvanları telef oluyor, tarım ürünleri ve hayvanlar üzerinden alınan vergiler köylüleri etkiliyordu. Askeri harekâtlar sırasındaki mükellefiyetler tabloyu ağırlaştırıyordu.

Bu durum yeni yönetime karşı tepkiye dönüşüyordu. 1925 ayaklanması bu nedenle sadece etnik ve dini temellere dayanmıyordu. Bölge; toplumsal, ekonomik, siyasi koşulların yarattığı tepkileri de biriktiriyordu. Yeni rejimin uyguladığı politikalar feodalitenin egemenliğini kırmak bir yana, toplumsal ve sınıfsal çelişkilerin derinleşmesine neden oluyordu.

Rejime karşı memnuniyetsizlik sadece Kürtlerle de ilgili değildi. 1925 Şeyh Sait ayaklanmasından önce ülkenin batısındaki bazı vilayetlerde köylüler başlattıkları ayaklanmada çok sayıda yönetici ve jandarmayı öldürdüler. Hükümet ayaklanmayı çok sert bastırırken çeteciliğe ilişkin bir kanun çıkardı. 1923 yazında Zonguldak’ta kömür işçileri üç kez greve gitti.

Dış dinamik ise yeni Türkiye’nin hangi konumda destekleneceğini belirlemişti. Sovyet-İngiliz antlaşmasının temeli Türkiye’nin İmparatorluk birikimiyle “tampon” bir ülke olarak ayakta tutulmasıydı. İngiliz politikası bir Kürt isyanına verilecek desteğin İngiltere’nin siyasi, ekonomik, askeri çıkarlarına uygun olmadığı şeklindeydi.

Üstelik Hilafetin ilgası, Musul’un Milli Misak’ın dışına çıkarılması eğilimi, Müslüman halkların bağımsızlık mücadelelerinin desteklenmeyeceği gibi işaretler Mustafa Kemal’in İngiltere’nin Ortadoğu politikasına uyumlu bir siyaset izleyeceğini gösteriyordu. Bu durumda Türkiye’nin “tampon ülke” rolünü zayıflatacak bir girişimin yanında durmak doğru bir politika olarak kabul edilemezdi.

Bu nedenlerle bölgede paramparça feodal yapısıyla birlikten uzak yaşayan Kürtlerin Türklere karşı desteklenmesi sözkonusu değildi. Türk-Kürt birliğine dayalı bir Türkiye, Ortadoğu jeopolitiğini altüst ederdi. 1925 ayaklanması dış dinamik bakımından destek görme imkânına sahip bulunmamaktaydı.

Ayaklanmanın hak ve özgürlükler, ağır ekonomik koşullar bakımından haklı gerekçeleri vardı ama yeni yönetim 1924 yılında katı merkeziyetçiliğe savrulurken bu kalkışmaya karşı nasıl bir politika izleyecekti?

Suat Parlar, isyanın Takrir-i Sükûn düzenini yerleştirmek için kışkırtıldığı kanısındadır. İngiliz istihbaratçı James Morgan isyan öncesi şu değerlendirmeyi yapıyordu: “Aynı zamanda, bu tepkisel ve dini hareket, hükümete ne türden olursa olsun muhaliflerini örfi idare vasıtasıyla bastırma ve onlarla uğraşma fırsatı sağlar. Belki İstiklal Mahkemeleri orada yeniden oluşturulacaktır.” (Parlar - a.g.e.)

Yine İngiliz Dışişleri Bakanlığı görevlilerinden D.A. Osborne şu tespiti yapıyordu: “İsyan bir kez patlak verdiğinde, Kemal’in İsmet’i yeniden Başbakanlığa atayabilmesi ve yükselebilecek herhangi bir eleştiri ve muhalefet dalgasına karşı birçok baskıcı tedbirin alınmasını sağlayabilmesi için, isyanın ciddiyeti abartılmış olabilir.” (Parlar - a.g.e.)

Mustafa Kemal’in emriyle Azadi’nin başkanı Cibranlı Halit Bey ve üye Yusuf Ziya Bey tutuklanırlar. Bu gelişmeler üzerine Şeyh Said, Azadi'nin başkanı seçilir. Ayaklanmanın başındaki isim de Şeyh Said olacaktır. 1925 Ayaklanması dindar-muhafazakâr Kürtler ile hak ve özgürlük taleplerini ön planda tutan seküler eğilimli Kürtleri birleştirmiş oluyordu.

Başbakan Fethi Okyar ayaklanmayı sıkıyönetim tedbirleriyle bastırabileceğine inanmaktadır. Ancak çok sert önlemler alınması gerektiğini düşünen Mustafa Kemal, Fethi Okyar’ı Başbakanlıktan uzaklaştırıp İsmet İnönü’ye yeni bir hükümet kurdurur. Yeni hükümet sert tedbirlerin uygulayıcısı olacaktır.

Sıkıyönetim ilanı, Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nun değiştirilmesi, devrim ilkelerine aykırı yayın yapan gazetelerin kapatılarak sahip ve yazarlarının cezalandırılması, Takrir-i Sükûn Kanunu’nun kabul ve ilanı ve İstiklal Mahkemeleri’nin yeniden kurulması bunlar arasındadır.

Bu sert tedbirler içinde özellikle Takrir-i Sükûn Kanunu’na ilişkin Meclis’te yapılan tartışmalar çok önemlidir. Bu tartışmalar liberal görüşte olanlarla cumhuriyetçiler arasında bir iç hesaplaşmaya dönüşür. Kazım Karabekir, Ali Fuat Paşa, Rauf Bey, Dersim vekili Feridun Fikri Bey, Sivas vekili Halis Turgut Bey gibi isimler bu kanuna ve İstiklal Mahkemeleri’ne karşıdırlar. Bu isimler isyancılarla masum halkın birbirinden ayrılması gerektiğini, bu kanunun özgürlükleri ortadan kaldırarak, dikta idaresine yol açacağını dillendirirler.

Tartışmaların alevlenmesi ve Meclis’in iki ayrı kampa bölünmesi üzerine Mustafa Kemal söz alarak kürsüye çıkar ve yeni bir dönemi başlatacak kararı açıklar: “Milletin elinden tutmaya lüzum vardır. Devrimi başlatan tamamlayacaktır.” Bu önemli bir tercihtir.

Anlaşılmıştır ki artık Cumhuriyet, özgürlüklere ve demokrasiye açılım politikası ile değil, ödünsüz, otoriter bir sertlik politikasıyla çoğulculuğun ve evrensel hukukun önünde bir duvar oluşturacak süreçle şekillenecektir. Bunun sonucu olarak Meclis’te karşı görüşte olanlar tasfiye edilerek Meclis’in demokratik ve kozmopolit yapısı ortadan kaldırılır.

Bu kanuna muhalefet eden Kürt illeri vekilleri Feridun Fikri Bey, Halis Turgut Bey, Rüştü Paşa gibi isimler 1926 yılında İzmir Suikastı davasında yargılanacaklar, Halis Turgut Bey ve Rüştü Paşa asılarak idam edilecek, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kapatılacaktır.

Tüm bu şiddetli bastırmalara rağmen bölge gerilim içinde kalmaya devam eder. İstiklal Mahkemesi’nin görev süresinin dolması ve sıkıyönetimin kalkması sonrası bölgede olağanüstü tedbirleri sürdürecek bir formül de bulunur. Bu, yıllar sonra olağanüstü hal valiliğine de ilham kaynağı olacak olan umumi müfettişliklerdir.

Umumi müfettiş; polis, jandarma ve ordu üzerinde etkileri bulunan bir süper validir. Amaç bölgenin tamamen merkeze bağlanarak denetim altına alınmasıdır. Yerel yönetimler böylece devletin güvenilir kadrolarına teslim edilmiştir.

Mustafa Kemal bu doğrultuda Meclis Başkanı Abdülhalik Renda ile İçişleri Bakanı Cemil Uybadın’a raporlar hazırlatmıştır. Renda, raporunda bölgedeki gergin ve tehlikeli duruma karşı belirli yerlere Türkleri yerleştirmeyi, Kürtleri asimile etmeyi, Türkçe konuşmayı teşvik etmeyi ve aşiret reisleri yerine hükümet gücünün kullanılmasını önerir. Uybadın da “Kürdistan umumi valilikle ve müstemleke usulüyle idare edilmelidir” başlıklı raporunda benzer önerilerde bulunur.

Mustafa Kemal’in emriyle kurulan “Şark Islahat Encümeni”nin hazırladığı ortak rapordan çıkan plan bir Türkleştirme programıdır. Kürt kimliği düşüncesini ortadan kaldırmak için askeri ve idari önlemlere ek olarak kültürel bir asimilasyon programıyla Kürtlerin Türkleştirilmesi öngörülür. Bu plandan iki yıl sonra kabul edilen Doğu’dan Batı illerine sürgüne ilişkin kanun gereğince, Diyarbakır ve Ağrı bölgesinden 1400 kişi Batı illerine sürülecektir.

Yüzleşme-Müzakere-Uzlaşma kültürüne yabancı olan Türkiye, Cumhuriyetin Osmanlı’dan tevarüs ettiği zihniyet kodlarıyla hareket etmekte, siyasal ve toplumsal hak taleplerini bastırarak, imha ederek, şiddet kullanarak, yok sayarak enerjisini tüketmekte. 1925-1980-2016 bu sürecin devamlılığını sağlayan kavşaklar. Ancak akıl, vicdan ve hakikatten uzak bir toplum 100 yıl öncesinden gelen bu meseleyi çözümsüz bırakır.

Bu çözümsüzlük ahlaki, hukuki, insani, vicdani ve ekonomik bir çöküşle Türkiye’nin gerçek bir demokrasi ve hukuk düzeni inşa etmesini, refahını artırmasını imkânsız kılmakta.

 

Yurt dışında olacağımdan yazılarıma 20 gün ara vereceğim. Buluşmak umuduyla...