"Yaşamın ölümün gücüne boyun eğdiği Nekropolitik bir çağda yaşıyoruz." (Achille Mbembe)
Küresel sistemin ürettiği şiddet; savaş, toplu katliamlar, ölümcül göçler ve ilticalar, bireysel cinayetler insanlığı kuşatmış durumda. Şiddet dalga dalga hayatımıza, ilişkilerimize, mahallemize, sokağımıza, evimize girdi. Modern toplum, medeniyet dediği şeyin temelinde şiddet olduğunun farkında değil. Oysa medeniyet şiddetten arındırıldığı ölçüde var olabilir.
Bir taraftan muhafazakâr kesimiyle de hızla modernleşen toplum, tüketimi teşvik eden küresel sistemin zihin teknolojileriyle kontrol altında tutulurken, diğer taraftan insan hırsının ve egoizminin tüm kötücül sonuçlarını yaşamakta.
Toplumdan kopukluğu ve yalnızlığıyla genç kuşak televizyona, internet platformlarına, dijital dünyaya sığınırken, herhangi bir tüketim nesnesini tüketir gibi görselleştirilmiş şiddeti de tüketmekte. Bu kuşak bakımından şiddet ve ölüm imgeleri de dahil her şeyi tüketerek gerçeklikten kopmak zihin teknolojilerinden geçmekte.
İnsanları tüketim toplumu üzerinden zihin teknolojileri kullanıp gerçeklikten kopararak kör, sağır ve zihinsel özürlü hale getiren eril küresel sistem, Türkiye'de siyasetin şiddeti ve nefreti teşvik eden söylemleriyle "başkası saydıklarına" ve ağırlıklı olarak kadınlara karşı daha vahim bir biçimde uygulanmakta.
Genç erkekler genç kızları vahşice öldürebilmekte, cesetlerini aile yardımıyla yok edebilmekte. Yetişkin erkekler eşlerinin, sevgililerinin canına kıyabilmekte, hayvanlara eziyet yapabilmekte. İşverenler çalıştırdıkları insanları bile bile ölüme gönderebilmekte.
Bireysel ve siyasal çıkarlara dayalı bencilliğin etkisinde kalan halkın öfkeli bir kesimi tevarüs edilen linç kültürüyle kendinden geçmekte. Devlet iktidarı, polis-devlet uygulamalarıyla başkası saydığı yurttaşların mağdur olmasına sebep olmakta, yargı yollarını engellemekte ve yargıyı hakikat-adalet hedefinden uzaklaştırmakta.
Bu sistemde yaşayan her insan hem cellat hem kurban olma potansiyelini taşıyor. Dünya ve Türkiye anomalilerle dolu bir cehennem. Medya ise bu sapmaların üstünü örtüp gizleyerek gerçeklik yanılsaması yaratıyor. Öncelikle bu cehennemi sorgulamamız gerekiyor.
Şiddet kullanma tekelini egemen güce veren modern devlet, her türlü şiddeti ortadan kaldırmayı vaat edip şiddetin farklı amaçlar ve boyutlarda sürmesine neden olurken, küresel sistemin yarattığı yeni kavramların arkasına gizlenmekte.
İnsanlık adına terörizme karşı sürdürülen savaşı meşrulaştırmak bu durumun bir örneği. Kuşkusuz terörizm ne haklılaştırılabilir ne de meşrulaştırılabilir. Ancak egemen güçlerin insanlık adına yürüttüklerini iddia ettikleri savaş ne derece haklı ve meşrudur?
Gazze'de Hamas'ın İsrail'e karşı yaptığı terör saldırısı karşısında İsrail devletinin sivil halkı hedef alan, soykırıma varan orantısız şiddet kullanması gayrimeşrudur ve bir insanlık suçudur.
İnsanın bilinen tarihinde bireysel ya da kitlesel şiddetin yaşanmadığı bir zaman kesiti yok gibidir. Kutsallığın, "öldürmeyeceksin" emrinin dahi şiddeti önleyemediği anlaşıldığında toplumun yetki verdiği güç askeri, polisi, mahkemeleri, hapishaneleriyle ortaya çıkan bir hukuk düzeni yaratmış, ancak bu düzen de şiddeti önleyemediği gibi şiddetin üreticisi haline gelmiş durumda.
Hukuk için herkes eşit, aynı olup, "başkası" yoktur. Ancak hukuk hayatın herkese eşit davranmadığını, bireyler ve topluluklar arasında farklılıklar bulunduğunu gözetmez. Bu nedenle toplum içinde bireyler ve gruplar rejimi destekleyen hukuk düzenini tehdit edecek farklılıklar ve taleplerle ortaya çıkınca, meşruluk ilkesini çiğneyen egemen gücün bencil tavrı şiddet olarak kendini gösterir. Bu durumda hukuk adaletten uzaklaşarak otoritenin emrine girer.
Adalet değeri ile çıplak bir pozitivizm arasındaki mücadele; etikle siyaset arasında, akıl ve vicdanla ihtiraslar arasında, hukuk devleti ile totaliter devlet arasında ortaya çıkar. Son bir analizle bu mücadele insaniyet ile siyasi yarar ve çıkarlar arasındadır. Devletler çoğunlukla adalet ve insaniyet değerleriyle hareket etmezler.
Bazen yaşam ile ideler arasında bir uyuşmazlık, bir gerilim oluşur. İşte insanın görevi yaşamın canlı dinamizmi ile idenin dinamizmini bağdaştırıp bu gerilimi yumuşatmak, mümkünse ortadan kaldırmaktır. Sonuç olarak insanın gerçekleştirmeye çalışacağı hukukun regülatif (ayarlayıcı) ideleri hakikat, özgürlük ve adalettir. Kanunlar adalet ve özgürlük ile birlikte yürür ve bu değerlerden ayrılındığı durumlarda geriye sadece kanun görüntüsünde bir irade, bir kaba güç kalır.
OHAL rejimi KHK'larıyla insanlara yaşatılan sivil ölüm hali de kararnameye dayalı bir adaletsizlik ve şiddet fiilidir. Türkiye'deki cezaevlerinin toplam kapasitesi 289 bin 974 kişi. Oysa Ocak 2023 sonu itibariyle cezaevlerinde 341 bin 497 kişi bulunuyor. Cezaevlerinin insan deposu haline geldiği, yeni cezaevleri ve duruşma salonlarının yapımına hız verildiği bir ülkede toplumsal–siyasi barışın tesisi mümkün değil.
Başkalarını baskılayarak düzeni korumaya çalışmak, çoğulluğun yok edilmesi ve şiddetin egemen olana alan açmasıdır. Hannah Arendt'e göre, çoğulluk ve "başkası" siyasi hayatın varlık koşuludur ve çoğulluğun yok olması siyasetle birlikte iktidarın buharlaşmasıdır. Bu nedenle onları baskı altına almak ya da ortadan kaldırmak yerine kamusal alanda varlıklarının nasıl korunacağı hususunda çözüm üretmek gerekir.
Bu şiddet ortamında çoklu-çoğulcu bir felsefeye dayanan, barışı ve özgürlükleri hukuki güvence altına alan bir demokrasi inşa etmek mümkün mü? Askeri bürokrasi, sivil güvenlik bürokrasisi ve istihbarat örgütleri bir demokraside olması gerektiği şekilde şeffaflığı ve demokratik denetimi sağlayacak yapısal değişimlere tabi tutulabilecek mi? Yargı mekanizması, adil yargılanma görevini yerine getirebilecek yapısal ve zihinsel bir dönüşüme uğrayabilecek mi?
Yapılması gereken bu yapısal değişikliklerin hayata yansıyabilmesi için algı düzeneğimizin de değişmesini sağlayacak, zihniyet dünyamızı değiştirecek bir eğitim sistemine geçilebilecek mi?
Başkalarını görmezden gelerek, hak taleplerini baskılayarak, yüz yüze gelmeden, diyalog kurmadan, müzakere etmeden, uzlaşı sağlamadan barışı ve huzuru tesis etmek, adaleti sağlamak, refahı artırmak mümkün değil.
İktidarın topluma ait kurumları mekanizması haline getirdiği durumda, güç meşru olmayan bir şiddet kullanıyor demektir. Artık her türlü hak talebi iktidar tarafından terör-şiddet eylemi olarak tanımlanır. Bu durumda meşruluğunu kaybetmiş iktidara karşı mücadele imkânı da kalmaz (M. Cafer Şakar & Carl Schmitt, "Ontolojik Düşman ve Devletin Şiddet Tekeli: Başkası ve Şiddet", Ed.: Işıl Bayar Bravo & Hamdi Bravo).
Somut gerçekliği Herbert Marcuse, şöyle ifade ediyor:
"Sindirilmiş ve baskı altına alınmış azınlıklar için, yasal araçların yetersiz kaldığı bir durumda doğal hukuka dayanan bir direniş hakkının olduğuna inanıyorum. Yasa ve düzen her yerde ve her zaman kurulu hiyerarşiyi koruyanların yasa ve düzenidir. Bu yasa ve düzenin mutlak otoritesi altında acı çeken, kişisel kazanç ve intikam nedeniyle değil, yalnızca insan olmak istedikleri için ona karşı mücadele edenlerden bu otoriteden hak talebinde bulunmalarını istemek anlamsızdır... Eğitimciler ve entelektüeller başta olmak üzere hiçbir üçüncü şahıs, bu kişilere imtinalı olmaları için vaaz verme hakkına sahip değildir." (Şakar, a.g.e.)