Postmodern dönemin Tanrısı Neo-Hermes, malların, fikirlerin, duyguların, aşkların alınıp satılmasını sağlarken, bu faaliyetlerin hırsızlık, yolsuzluk, haksızlık, sevgisizlik olduğunu bilir ama bunu yapanları da korur, onlara da tanrılık yapar. Böylece muğlaklaşır. (Cheviron - “Haneke’de Hakikat Çığlıkları”)
Bu etiğin, estetiğin, hukukun, her şeyin ötesinde olma hali siyasetten kültüre her alanı etkilemekte ve toplum bireyle olan sosyal bağını kopararak anomik bir yapıya dönüşmekte. Fransız sosyolog Émile Durkheim’ın ‘Suicide’ (‘İntihar’) isimli kitabında kavramlaştırdığı anomi halinde, haksız, hukuksuz ve adaletsiz yönetim sonucunda sosyal kimlik bireysel düzeye inerek ufalanır.
Anomi, kanun, hukuk, düzen yokluğu anlamına gelmekte. Hukuk, etik ve ahlak dışlandığında toplum hastalanır, dayanışma kaybolur. Davranışları biçimlendiren ve idealleri inşa eden değerler sistemiyle bireyler arasındaki ilişkiler altüst olur. Türkiye bu anomi halini yaşamakta.
Aydınlanma miti bilimsel ve teknolojik gelişmeyi kutsarken ülkemiz dahil âdeta bütün dünyanın kıblesi Batı olmuştu. Oysa postmodern çağda aydınlanma miti kendi ışığıyla erirken başka mitleri doğurmakta. Göçerek akışkan olma hali, kalıcılıktan uzaklaşmaya çalışan hazza dayalı bir uçuculuk ve kaos. Barok bir düzende muğlaklaşmış Tanrı’nın karşısında yerini alan şeytan.
Cheviron tespit ediyor: “Bedenle zihnin, doğayla kültürün ve benlikle ötekinin birbirinden karşıtlıklar şeklinde ayrışması ......... Homo sapiens klasik aklın insanıysa, Homo demens postmodern barokla zıvanadan çıkmış duygu ve tutkuların insanıdır ......... İnsanın demens, yani şeytani yanı tüm trajikliğiyle hüküm sürmeye başlamıştır.”
İnsan, sonsuz iyilik-kötülük mücadelesinin hüküm sürdüğü bir hayat macerasında varlıkla yokluk arasında sıkışmış durumda. Başarı ve para kazanma hırsına adanmış, yalanı, iftirayı, ihaneti, haksızlığı yöntem olarak benimsemiş bir hayat başkalarının haksızlığa uğramasına ve mutsuz olmasına dayandığından, hayatı bu şekilde yaşamış insana kâbuslar yaşatır. Hakları yenenlerin, mutsuz olanların, mağdurların, masumların ve mahzunların gölgesi yanı başınızda dolaşırken, gözetlenme ve suçüstü yakalanma korkusu karabasana dönüşür.
Postmodern çağın insanının hayatı, şiddetin ve tiksinti uyandıranın egemenliği altında. Sevgiye, bağışlamaya, paylaşmaya ilişkin kodlar ise kaybolmuş halde. Bu çağın kültürel krizinde insanın karanlık yönleri dışavurmakta. Bilinçdışının yıkıcılığı cehenneme doğru bir yol çizmekte. Cheviron, Haneke filmlerindeki hakikat çığlıklarını aktarırken onun postmodern çağın “keyfine bak” buyruğunun aksine bizi sürekli içimize bakmaya davet ettiğini belirtmekte.
Bilinçdışımızın alanına girmek ve içimize bakabilmek. Derinimizdeki üstü örtülü bencilliklerimize, öfkelerimize, hınçlarımıza, sevinçlerimize, insani olan ya da olmayan hallerimize bakabilmek.
Cesaretle bilinçdışımızla temas ederek insani yanımızla karşılaşmak, günlük hayatımızda bizi farkına varamadığımız kötü yanımızla hesaplaşmaya götürebilir. İyiyle kötü, sevgiyle nefret, kurbanla saldırganın içimizde olduğunu fark ederiz. Artık şiddeti dışımızda konuşlandıramayız, çünkü şiddetin çok olağan bir olgu olarak içimizde olduğunu fark ederiz.
Cheviron, Haneke filmlerindeki cinayetlerin ve şiddetin esas sorumlularının erkek karakterler olduğunu, kadınların da masumane olmayan bir şekilde onların suç ortağı haline geldiğini anlatırken Haneke’nin neyi talep ettiğini şöyle vurgulamakta: “Toplumsalın riyakârlığını ve sahtekârlığını önümüze koyup; toplumsal bedene duhul etmiş bozulmayı düşünmemizi talep eder. Çağımız toplumları; kötülüğün kabul edilmesi imkânsız biçimlerini ortaya çıkarmak, bozulmaya karşı çözümler üretmek yerine; kötülüğün büyümesinin önünü açmakta, kötülüğe karşı lakaytlığı normalleştirmekte ve en önemlisi toplumsal sistemi içten içe kemiren çürümüşlüğe karşı hiçbir önlem almadan muhafazakârlık övgüsü yapmaktadır.”
Bir tarafta değerleri temsil eden ide, diğer tarafta ise hayat var. İnsan hayatı doğduğu andan itibaren idelerle gelişir. İdelerin somut yaşamda kendilerini göstermeleri insani kültür şeklinde ortaya çıkmakta... Kuşkusuz ide ile hayatın, düşünce ile doğanın, özgürlükle zaruretin, idealite ile realitenin, neden ile sonucun diyalektik ilişki ile kültürel ve sosyal yaşamı oluşturmalarında insan, akli ve vicdani bilinçle donanmış, sorumlu, oluşma halinde olan bir varlık.
İnsan, sonsuz soyut ile sonsuz somutun ilişki kurduğu yerde oluşmakta olan bir merkez ve aynı zamanda bunlardan doğan zıtların bir gerilim ve bazen de gerçekleşmesi imkan dahilinde olan bir bireşim (terkip) alanı. Bu bireşim ancak özgürlüğünün ve sorumluluğunun farkında olan insanın bilinçli, akla, vicdana ve bilime uygun eylemleriyle gerçekleşir.
İnsan sürekli kendini oluşturan bir “varoluş”, oluşan bir gelecek. Aynen varoluşçuların öngördüğü gibi insan aralıksız kendisine doğru koşan bir hamle, bizzat ruh, anlam ve özgürlük. Varlığın özünden çıkan değerler (özgürlük, gerçeklik, adalet, estetik, insaniyet, aşk) insanda belirirler ve insanın özgür eylemleriyle oluşurlar. İnsan bu değerleri gerçekleştirdiği ölçüde ve sürece insandır. Aksi durumda insanın iç âlemi yoksullaşır, geriye sadece dış âlem, insanın dışında bir şey kalır.
Birey ve toplum düalitenin asli unsurları. Ancak bunların üstünde bulunan değer, insan. Önemli olan toplum-birey arasındaki gerilimleri kişi özgürlükleri, ifade özgürlüğü, bireysel adalet ve sosyal adalet idelerinin ışığında bir uyuma dönüştürmek. Sosyal evrende gerçeklik ikili bir ilişkinin tarafları olan birey-toplum kavramlarının ortasındaki derin noktada. Bu derin nokta özgürlük, adalet ve insaniyet değerleri. Olan hukuk yönünü bu değerlere çevirmeli.
İnsan mana ile madde, sonsuz ide ile sonsuz hayat arasında yer almış ve aynı zamanda bunların bazen çatıştıkları, bazen kaynaştıkları bir varlık. Ancak insan bu durumda edilgen bir araç olmayıp, sorumluluklarla, akıl ve vicdanla donatılmış özgür bir iradeye sahip.
Diğer bir deyişle süreç içinde oluşan ve eylem yapabilen verimli bir varlık. Gerek fizik ve biyolojik dünya, gerek sosyal, ekonomik ve kültürel dünya; insanın işini hem kolaylaştıran hem zorlaştıran, zıtlıkların çatıştığı kaotik ve trajik bir ortam. İnsan âdeta zorluklarla dolu bir ortamda oluşmaya mahkûm edilmiş durumda.
Oysa Pankapitalizm, neoliberalizm, tüketimcilik patolojisi ve postmodernlik hep birlikte yarattıkları parçalanmayla insanı aşırı bireyselleşmelere götürmekte. Dünya anomalilerle dolu bir cehennem. Medya parçalanmışlığın getirdiği semptomları örtmekte, gerçeği gizleyerek bir gerçeklik yanılsaması yaratmakta, asıl konuşulması gereken meseleleri sıradanlaştırıp algılanamaz hale getirmekte. Bu durumda insan, özgür ahlakı ve özgür insaniyeti ile sorumluluk sahibi olmasına rağmen, bu sistemle mücadele edebilir mi?
İnsan bu mücadeleyi doğuştan getirdiği özgürlükle ve bu özgürlüğün ideleri olan gerçeklik idesi, adalet idesi, iyilik idesi, estetik-güzellik idesi, maddi âlemin ötesi-fanilik idesi ile yapabilir.
Bu nedenlerle “insan nedir” sorusu, tartışılacak sonsuz bir konu. İnsanın en büyük davası bir insan olmak için ne olmak icap ettiğini bilmek. Yoksa insan, bu gerçeklik yanılsaması içinde çözülüp gitmeye mahkûm.