Halkın Emek Partisi (HEP), 7 Haziran 1990'da SHP'den ayrılan 10 milletvekili tarafından kuruldu. HEP'in siyasal süreç içinde resmi kurumlarla ilişkiye geçmesi, siyasal uzlaşma ve diyalog sürecini savunması önemli bir gelişmeydi. Ancak Türkiye'nin tamamını temsil eden bir parti olma iddiası gerçekleşmedi ve bir Kürt partisi olarak algılandı.
Diyarbakır İl Başkanı Vedat Aydın faili meçhul bir cinayete kurban giderken, HEP'in siyasal alandaki girişimleri, bürokrasi, medya ve yargıda tepkiyle karşılandı. HEP'in talepleri PKK ile bağlantılı olarak terörizme destek şeklinde değerlendirildi. Nitekim PKK, 1993 yılı Mart ayında tek taraflı ateşkes ilan etti ise de, Parti, 14 Temmuz 1993'te Anayasa Mahkemesi'nce kapatıldı.
HEP kapatılmadan, 7 Mayıs 1993'te Demokrasi Partisi (DEP) kuruldu. Yeni partinin hazırladığı barış deklarasyonu demokratik çözüm önerilerini sıralıyordu. Talepler Kürt kimliğinin tanınmasından Kürtçenin eğitim dili olmasına, Terörle Mücadele Kanunu'nun kaldırılmasından köy koruculuğu sistemine son verilmesine, yıkılan köylerin yeniden kurulmasından yerel ekonominin güçlendirilmesine kadar birçok öneriyi kapsıyordu. Ancak DEP'in PKK ile olan bağlantısı, sözkonusu talepleri bastırmak için gerekçe olarak kullanıldı.
1991-1994 yılları arasında HEP ve DEP üyesi 50'den fazla kişi öldürüldü. Partili çok sayıda kişi işkence gördü, haklarında dava açıldı. 22 Şubat 1994'te Başbakan Tansu Çiller, DEP milletvekili Hatip Dicle'yi "hain" olarak niteledi. Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş, benzer söylemlerle DEP milletvekillerini suçladı.
2 Mart 1994'te Meclis'e SHP listesinden giren DEP milletvekillerinin dokunulmazlıkları kaldırıldı ve milletvekilleri polis zoruyla Meclis'ten alınıp DGM'ye gönderildi. Bu sahne demokrasi için bir yüz karası olarak belleklere kazındı. DEP 6 Haziran 1994'te kapatıldı. Hatip Dicle, Orhan Doğan, Leyla Zana ve Selim Sadak, 15 yıl hapis cezasına mahkûm edildiler. Diğer milletvekillerinin çoğu yurtdışına çıktı. Böylece Kürtlerin Meclis'te siyasal taleplerini ifade edecekleri zemin yok edilmiş oldu.
11 Mayıs 1994'te kurulan, Kürt sorununun çözümünü devletin ve toplumun demokratikleşmesi ile irtibatlandıran ve yeni anayasa ihtiyacını vurgulayan Halkın Demokrasi Partisi (HADEP) de, kendisine dair var olan "Kürt partisi" ve "ayrılıkçı" algısını değiştiremedi. Parti, 1999 yılı Şubat ayına kadar devam eden PKK lideri Abdullah Öcalan'ın takibi, yakalanması ve tutuklanması sürecinde protesto olaylarına öncülük etti. 1994-2002 yılları arasında üyelerinin çoğuna dava açıldı ve Parti 2003 yılında kapatıldı.
2003 yılı Kasım ayında kurulan Kürdistan Halk Kongresi (Kongra-Gel), siyasal İslam'ın güçlenmesini de göz önüne alarak toplumun İslami duyarlılıklarına hoşgörü göstermeye, Alevi ve Yezidi Kürtlerin tarihsel mağduriyetlerine kulak vermeye ve onların da taleplerini dile getirmeye başladı.
9 Kasım 2005'te Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk'un eş başkanlığında Demokratik Toplum Partisi (DTP) doğdu. Tüzüğüne % 40 kadın kotası koyan DTP'nin de hedefleri, kapatılan diğer partilerinkiyle aynıydı. Kürtlerin kimlik ve kültürel talepleri eşitlik ve demokrasi taleplerinin bir parçası olarak dile getiriliyordu.
DTP, 29 Mart 2009 yerel seçimlerinde 99 belediye kazanırken, aldığı oylar 2.339.729'du. Daha da önemlisi Kürtlerin önemli bir kesimi, DTP aracılığıyla tekrar parlamenter temsile de sahip oldu. Bu durum DTP'nin bir bölgesel güç olarak ulusal düzeyde de varlığını pekiştirdi.
Ancak Meclis'te temsil edilmelerine ve bölgede çok sayıda belediyeyi yönetmelerine rağmen, DTP siyasal sistemin bir parçası olarak diğer aktörlerin teveccühüne mazhar olamadı. DTP ile PKK talepleri arasındaki benzerlikten hareketle, hükümet ve ordu DTP'yi marjinalleştirmek için çabaladı.
AKP hükümeti bu dönemde DTP'yi PKK'yı kınamamakla ve etnik Kürt milliyetçiliği yapmakla suçladı. DTP üyelerinden tutuklananlar oldu. Partiye karşı açılan kapatma davasında DTP'nin PKK'yı alenen bir terör örgütü olarak ilan etmemesi, ilişkinin delili olarak kabul edildi. Parti, 12 Aralık 2009'da Anayasa Mahkemesi'nce kapatıldı. 37 kurucu üye siyasetten men edildi.
DTP'nin kapatılmasından önce 2 Mayıs 2008 tarihinde kurulan Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) de, önceki partiler gibi yeni bir anayasa yapılmasını, Kürt dilinde eğitimi ve merkezileşmiş siyasi yapıya karşı âdemimerkeziyeti savunmaya başladı. Sivil itaatsizlik eylemleriyle Kürt taleplerini kamuoyuna yansıttı.
Halkların Demokratik Partisi (HDP) ise, Halkların Demokratik Kongresi (HDK) oluşumunun partileşme kararı almasıyla ortaya çıktı. 27 Ekim 2013'te yapılan kongreyle Ertuğrul Kürkçü ve Sebahat Tuncel eş başkan seçildi. 22 Haziran 2014'te yapılan kongrede eş başkanlığı Figen Yüksekdağ ile Selahattin Demirtaş devraldı.
Parti,7 Haziran 2015 genel seçimlerinde % 13,12 oy alarak 80 milletvekiliyle TBMM'ye girdi. AKP'nin aldığı oylar ise geriledi ve milletvekili sayısı güvenoyu için yeterli olacak sayının altına düştü.
HDP'nin bu başarısının devletle özdeşleşmiş Cumhur İttifakı'nı rahatsız ettiği seçim gecesi anlaşıldı. MHP Genel Başkanı seçim gecesi HDP'yi siyaseten sahanın dışına iten ve ötekileştiren açıklamalarda bulundu.
17-25 Aralık soruşturmasıyla sıkışan ve güç kaybeden Cumhurbaşkanı Erdoğan, Selahattin Demirtaş'ın "seni başkan yaptırmayacağız" söylemiyle seçimde başarı sağlaması üzerine HDP'yi dışlayarak eski rejimle uzlaşmaya gitti. Dolmabahçe protokolünü reddederek barış sürecini sona erdirdi. Ahmet Davutoğlu koalisyon görüşmelerinden sonuç alamayınca, 7 Haziran seçimlerinden 45 gün sonra, Kasım'da tekrar seçim yapılması kesinleşti.
Seçim kararı alındıktan hemen sonra 20 Temmuz'da Suruç'ta 32 kişinin ölümü ve 104 kişinin yaralanmasıyla sonuçlanan bir katliam gerçekleşti. Bu vahşi eylemle ilgili soruşturmada hiçbir gelişme sağlanamadığı gibi, aileler ölülerinin eşyasına ve otopsi raporlarına ulaşamadı. Meclis araştırması engellendi. Azmettirenler perdelendi.
Bu katliamdan hemen iki gün sonra Ceylanpınar'da iki polis, kaldıkları evde silahla vurularak öldürüldüler. Bu cinayeti PKK üstlenmedi. Ancak PKK şiddet alanına çekilmiş oldu ve şiddet eylemlerine başladı. 20 Temmuz-10 Ekim arasında, yani 82 günlük sürede 145 güvenlik görevlisi öldürüldü. Operasyonlar sırasında kaç PKK'lının, kaç sivil yurttaşın öldüğü bilinmiyor.
1 Kasım 2015 seçimlerine bu atmosferde gidildi. Cumhurbaşkanı Erdoğan, 7 Haziran'dan sonra AKP'ye izlettiği strateji ve uygulattığı güvenlik politikalarıyla hem MHP'den hem HDP'ye oy veren muhafazakâr Kürtlerden oylarını geri aldı. HDP barajı kıl payı geçerek 59 milletvekili çıkardı.
PKK barış sürecinde şehirlerde yerleşmiş, örgütlenmiş ve fiilen yarattığı durumun süreç sonunda yasal hale gelmesini beklemeye başlamıştı. Artık sürecin sonunda özerkliğe dayalı bir yapılanmayla siyasi sisteme bağlanmayı umuyordu.
Rejimin bu konudaki kırmızı çizgileri aşılmış durumdaydı. TSK bu durumdan rahatsızdı. Başkanlık hedefini gerçekleştirmede ve AKP'nin oylarını artırmada artık barışın değil, kamu düzeni-istikrar vurgusu üzerinden gerilim ve savaşın etkili olacağı düşünüldü.
Asker ise çok önceden PKK ve KCK'nın şehirlerdeki yapılanmasına müdahale edilmesini istiyordu. Nitekim tanklar, bombalar şehirlere yapılan operasyonlarda kullanıldı. PKK, devlet şiddetinin örgüte yarar sağlayacağını hesap ederek, kentler içinde hendek ve barikatlar kurup herkesin kaybedeceği ve sivillerin de öleceği bir savaşı göze aldı.
Operasyon yapılan şehirlerde hak ve özgürlükler askıya alındı, çatışmalarda halktan ölenler oldu. Bütün bu çatışmalarla birlikte insaniyetin yerle bir edildiği, onarılmaz travmalara neden olan insanlık dışı ve suç oluşturan eylemler gerçekleşti.
Sur, Cizre, Nusaybin, Yüksekova gibi yerleşim birimlerinde göç eden, evleri yıkılan, operasyonlar sırasında öldürülen, cesetleri aşağılanan ve gömülemeyen insanlara yönelik insanlık ihlallerinin boyutları ancak bir yüzleşme sürecinde görülebilecek.
Bunun yanı sıra asker ve polis ölümlerinin Batı'da yarattığı travma empati yapma imkânını zayıflattı. Kişi ve toplum psikolojisinde meydana gelen bu travmanın etkileri ödenmesi gereken bir bedel olarak önümüze geldiğinde anlaşılacak.
HDP'yi milliyetçilik denizinde hayat bulan diğer bütün muhalefet partilerinden farklı kılan husus, etnik kimlik taleplerinin ötesinde herkes için tutarlı bir yaklaşımla sahih bir demokrasi, özgürlük, yerelde katılımın güçlenmesi ve hukuk talebiydi. Aslında otokrasinin temsilcisi olan devlet iktidarını rahatsız eden husus buydu.
Süreç, HDP'nin kazandığı belediyelere seçimden hemen sonra halkın iradesini gasp edecek şekil ve yoğunlukta kayyum atanması, HDP binalarına yapılan saldırılar ve işlenen cinayetler, faillerin âdeta devlet koruması altında gözetilmeleri, eş başkanlar dahil birçok HDP üyesinin tutuklatılarak parti teşkilatının zayıflatılmaya çalışılmasıyla devam etmekte.
Nihayet suç ve delil icat etme geleneğiyle HDP'nin kapatılması için Anayasa Mahkemesi'nde dava açılması Cumhur İttifakı ile yüzünü gösteren devlet-iktidarının çoğulcu, katılımcı, özgürlükçü, barışçı bir demokrasiden ve hukukun üstünlüğünden ne kadar korktuğunu göstermekte.
Anayasa Mahkemesi'nin seçim öncesi 7'ye karşı 8 oyla aldığı "HDP'ye yapılan hazine yardımına tedbir konulması" kararı hukuka aykırılık oluşturmakta. Çünkü partinin kapatılması ya da partiye yapılan hazine yardımının kesilmesi yaptırımları asıl cezadır. Asıl ceza, ancak hüküm kesinleştikten sonra uygulanabilir. Asıl ceza, asla bir tedbir kararının konusu olamaz. Karara imza atan üyelerin bundan haberdar olmamaları düşünülemez. Bu nedenle karar, hukuk âleminde yok hükmündedir.
HDP'ye oy veren kitleleri partisini kapatarak ya da siyaset yollarını tıkayarak tedip etmenin toplumsal ve siyasal barışı sağlaması mümkün değil. Cumhur İttifakı'nın aymazlığına karşı muhalefetin HDP ile müzakere-uzlaşma-işbirliği ekseninde bir araya gelmesi yeni bir inşa için zorunlu.