İnsanlar yıkıcı bir dehşete kapılmaya, korkularının gölgesinde sinip kalmaya yatkınlar. Dünyadan duyulan dehşet, ayrımcılık ve ırkçılık perspektifinden bakıldığında dünyanın kötücüllüğü olarak ortaya çıkmakta.
James Baldwin, Amerikalıların Negro'ya bakarken yüzleşmek istemediği şeyi şöyle anlatır:
"Gerçek hayatın trajik olduğu gerçeği. Hayat trajiktir, çünkü dünya döner, güneş engellenemez biçimde doğar ve batar ve bir gün, her birimiz için güneş son ama son kez batacak. Belki de yaşadığımız her belanın, insanlık belasının kökü; elimizdeki tek gerçeği, ölüm gerçeğini inkâr edebilmek için hayatımızın tüm güzelliğini feda etmemiz, kendimizi totemlere, tabulara, haçlara, dökülen kurban kanlarına, kilise kulelerine, camilere, ırklara, ordulara, bayraklara, uluslara hapsetmemizdir. Bence ölümün gerçekliğine sevinmeli, hayat açmazının üstüne giderek ölümü hak etmeye karar vermeli. İnsan hayata karşı sorumludur: içinden çıktığımız ve geri döneceğimiz korkunç karanlığın içinde küçük bir ışık huzmesidir o. Bizden sonra gelecekler için bu yolculukta tüm engelleri olabilecek en asil biçimde aşıp ilerlemeliyiz. Ama beyaz Amerikalılar ölüme inanmıyor." (Bundan Sonrası Ateş)
Ölüm gerçeğini inkâr etmek, başka tür bir ölümle sonuçlanır. Siyasal bir ölüm, ruhsal ölüm, psikenin ölümü. Ve bu üç tür ölüm, gerçek ölümden daha kötüdür. Baldwin gerçekdışı olana tutunmaya harcanmış bir hayatı, yaşadığımız her belanın kökü olarak nitelemekte. (Ayana Mathis)
"Ama beyaz Amerikalılar ölüme inanmıyor" cümlesi, Amerika'yı beyaz üstünlüğü düşüncesinin şekillendirdiğine işaret etmekte. Amerikan toplumunu, siyasetini, hukukunu beyazların belirlediği düşünülürse, ülkenin en felç edici sorununu bir türlü kabul edemeyişi hakkında fikir veriyor. Irka dayalı adaletsizlik.
Mathis'e göre siyaseten ve zihnen sanki o nostaljik ve gerçekdışı olan sahiden gerçekmiş gibi ilerlenmekte. Hayatımızı gerçekdışı bir şeyin içinde sürdürdüğümüzü itiraf etmedikçe durum daha da şiddetlenmekte. "Biz ırkçı değiliz aslında" ya da "Yabancı düşmanlığı gibi bir sorunumuz yok ki bizim" ya da "bizde yoksulluk yok" gibi klişelerle bu sorunlar toplumu her açıdan belirleyen şeyler değilmiş gibi davranıyoruz. Reddettiğimiz için düzeltemiyoruz da.
"Ne oldu peki?" diye sorup sonra cevaplıyor Mathis: "Ölüme inanmayı reddedişimiz bizi milletçe ölüme mahkûm etti ve yine milletçe, kendi hayatlarımızı, milliyetimizi baştan aşağı yozlaştırıcı bir şekilde yaşamaya mahkûm olduk."
Bu saptamalar bize bir şey hatırlatıyor mu? Türk-İslam sentezi üzerinden şekillenen toplumsal-politik-hukuki zihniyet, Türk-İslam olanın üstünlüğü üzerine kurulu bir sistemin içinde hep geriye, nostaljiye bakarken, en büyük gerçekdışılığa yem oluyor. Bu durum geçmişe dair bir fantezinin ürünü olan statükonun bir biçimde korunmasını da sağlıyor. Gerçekdışı olan, sahiden gerçekmiş gibi yaşanıyor.
Ötekileştirdiğimiz ve üstünlük tasladığımız Kürtler, Aleviler, Müslüman olmayanlar, farklı inanç ve görüşleri ya da hayat tarzı olanlar, yoksulluğu ve yoksunluğu yaşayanlar. Gerçeklik burada yatıyor. Mathis, gerçekliğe bakmayı tanımlıyor:
"...tutkuyla, titizlikle gerçeği tarif etmeye teşebbüs etmek gibi bir fikir, aslında bir sevgi eylemi... Bir duygu olarak değil, bir güç olarak. Bir güç olarak sevgiye başvurmak, önce disiplin ve sevme işini üstlenen tarafından bir fedakârlık gerektirirken, sevgi gören taraftan da ihtimam bekler."
Gerçek, bize tutulan bir ayna. Bu aynada gördüğümüz şeyden tiksinti duyabiliriz ama gördüğümüz şeye mahkûm değiliz. İyileşmek için bir umudumuz var. Bize gerçeği gösterenler ölüme mahkûm edilmemek için çaba göstermemizi istiyorlar.
Baldwin "Çarmıhta" da kendi gençliğinin geçtiği Harlem'de pislik içinde şarap içen kapı önlerindeki kaderlerine terk edilmiş genç adamları hatırlar. Onların müthiş trajedilerini, harcanmış hayatlarının çarçur edilmiş potansiyelini hissettirirken çarpıcı bir soru sorar: "Bunca güzelliğe ne olacak?"
Genç adamlar etraflarındaki yok edilmelerini isteyen üstün ırkın saldırgan gerçekdışılığının nesneleri olsalar da kendileri olanca zorluğuyla bir gerçeklik içinde yaşarlar. Mathis'e göre bu gençlerin ödeyecekleri bedele rağmen tuhaf bir yalanın içinde yaşamamalarında çok kıymetli ve hakiki bir şey bulunmakta. Ve ekler; asıl olan başkalarının belki de hiçbir güzellik göremeyeceği bir yerde güzel olanın farkına varmak.