"Vedaya geldi kasım kuşları/ geçen baharı hatırlatır gibi/ Yaprakların hışırtılarında büyüdü kanat sesleri/ Büyülü bir anın sonsuzluğunda/ Varlık hiçliğe dönüşürken/ geçilen bir kapıydı yaşamak".

 

Kasım sanki bir veda ayı. Yapraklar, karıncalar, böcekler, kaplumbağalar, kuşlar ortalıktan çekilirken umudumuz yeni bir baharla tekrar buluşma beklentisi.

Zamanın mekânla yolculuğu. Zamanın eve, bahçeye, elvana sinmesi. Mekânın algılarımıza hükmeden, bazen sınırlayan, bazen sonsuzluk duygusuyla gerçekle hayalgücümüzün karıştığı anılarla yolculuk yaptıran gücü.

1854 tarihinde yayımlanan ‘Walden’ (‘Ormanda Yaşam’) romanında Henry David Thoreau, ekolojik bir anlayışla inşa ettiği, iki yıl iki ay boyunca yaşadığı kulübesini ve çevresini, deneyimlerini, algılarını, zamanın bedenindeki ve ruhundaki izlerini işleyerek romanın odağı haline getirirken zamanın ne geçmiş ne gelecek, şimdiyi yaşamaktan ibaret olduğunu düşünmekte.

Romanda, göl ve çevresindeki mekân, güzellikleri ve karakterleriyle insanı gölgede bırakacak kadar insanüstü özellikte, değişmezlik, ölümsüzlük, saflık kavramlarıyla nitelenmekte ve bu özellikleriyle insana huzur veren ve zihnindeki tüm kötülükleri ve yorgunlukları yok eden bir oluşum olarak tarif edilmekte.

Mekânın zamanla yer aldığı doğanın içinde olmanın verdiği huzur. Toprakla uğraşırken onun canlı, yaşayan ve yaşatan bir organizma olduğunu kavrıyorsunuz. Toprak gibi gizemli kayalar da kendilerine özgü güç ve canlılıklarıyla yaşamakta. Taocu düşüncenin kurucusu Lao Tzu, MÖ 6. yüzyıldan seslenmekte: “Dünya sırlarla dolu bir kâse gibidir. Onu elinizle kavrayamazsınız. Kim onu kavramak isterse, onu kaybeder.”

Oysa insanlık mucizelerle, sırlarla, gizemlerle dolu yeryüzü kâsesine saygısını kaybetmiş durumda. Akışı içinde kendini dengeleyen, insandan gelen tahrip etmeye yönelik her türlü zorbalığa tepkisini gösteren ve bu hasarı onarma yetisine sahip, estetik bir yeryüzüne karşı özen göstermeliyiz.

Bakışlarım bahçenin genç ağaçlarından ormanlarla kaplı dağların heybetine kayarken ruhum dizelerle huzur buluyor: “Geyran Dağı kucaklar ovayı/ seyrederken şarap kokulu üzümleri/ Zeytin ağaçları kadim bir zamandan/ gülümser ihtiyar yüzleriyle/ Kekik kokularını taşır/ kaplumbağalar sırtlarında/ Zaman durgun bir su gibi bekler akmayı/ Varlığın sessiz ve derin bir anda/ hiçliğini anımsatır/ Arınırken ruhun kirinden/ kucaklar sadece sevgiyi”.

Bir ağaca ya da çiçeğe sevgiyle bakmak, bilgiyle bakmak demektir. Çünkü Byung Chul Han’ın deyişiyle bilgi sevgidir ve bahçe bir kurtuluş yeridir. Han, yeryüzünü, insan zihninin bir ürünü olan dünyadan ayırarak ona nesne üretiminin henüz başlamadığı bir yerden, bahçeden bakmakta.

“Biz yeryüzüne cennetin çiçeklerinden biri,/ Ve cennete hayatın sonsuz bahçesi dedik”. (Friedrich Hölderlin, Hyperion)

Adorno, kendini mutlak kabul eden öznenin karşı kutbuna “yeryüzü”nü koyar. Özneyi kendini hapsettiği tinsel kafesten kurtarır. Schubert’in müziği karşısında gözyaşları içinde dağılan “Ben” üstünlüğünden vazgeçerek doğaya benzerliğini fark eder: “Gözyaşları süzülüyor, işte yeniden yeryüzüne aidim!”

Arıların gelinlik giymiş ağaçların etrafında şarkı söyleyip dans etmelerinin estetik ritüelini izlemek. Karıncaları, solucanları, böcekleri selamlamak, çekimle üstünde durabildiğimiz toprağın altındaki küçük evrene hayranlık duymak. Kibrin ve egonun anlamsızlığını duyumsamak.

Kasım sonbaharı yaşattı, Aralık kışa kapıyı aralamakta. Sonbahar solan, savrulan yapraklarla hüznümüzü büyütürken Hölderlin bizi teselli eder: “Ağlamayın müthiş şeyler solduğunda! Yakında gençleşecek yeniden! Üzülmeyin kalbinizin melodisi sustuğunda! Yakında bir el bulacak kendini akort eden!” (Byung Chul Han, “Yeryüzüne Övgü, Çev. Nafer Ermiş)

Şimdi zamansız çiçeklerle avunma zamanı. Baharın yeniden geleceğini biliyoruz. Hölderlin bu yeniden karşılaşmayı ne güzel anlatıyor: “Ah ilahi bir sezgiyle selamladım, gelmekte olan baharı tekrar! Uzaklarda, suskun havada, her şey uyurken, sevgilinin çaldığı tellerin sesleri gibi, işte öyle işledi sakin melodisi göğsüme, cennetten gelmiş gibiydi, geleceğini biliyordum, ölü dallar canlandığında ve ılık bir esinti yanağımı okşadığında. (Han, a.g.e.)

Ölmüş görünen yeryüzü yeniden canlanıp hayat bulurken insan neden bu şaşırtıcı mucizeden mahrum. İnsan için yeniden canlanma yok, yaşlanıyor, soluyor, ölüyor, çürüyüp gidiyor. Hepimiz bu trajik alınyazısına mahkûmuz. Han, bu duruma isyan ediyor: “Doğanın harikulade döngüsü bizim için de geçerli olsaydı, bizim için de yeni bir başlangıç, gizemli bir gençleşme, bir yeniden diriliş mümkün olurdu. Biz neden giderek gücümüzü kaybetmek ve hiçbir geri dönüş olanağı olmaksızın yok olup gidene dek sürekli yaşlanmak zorundayız? Neden?”

Ölümlü olduğunu bilmesine rağmen açgözlülüğünü, ihtiraslarını, egosunu dizginleyemeyen, çoğunluğu itibariyle henüz beşer olmaktan insan olma aşamasına geçememiş bir varlığın bu mucizeden mahrum olması yeryüzü için de, insanlık için de hayırlı olmuş.

Doğanın mucizelerini gözlemleyerek, onun akışına ayak uydurarak, egomuzu törpüleyerek, faniliğimizi hatırlayarak, daimi olan yeryüzü önünde fani bir varlık olarak saygıyla eğilerek ve ona özen göstererek yaşamaya gayret etmeliyiz.