"Herkes başka insanlar karşısında suçludur ve Ben hepsinden daha suçluyumdur." (Emmanuel Levinas – Dostoyevski)
"Başkalarına uygulanan şiddete bakarak kendinize ne kadar şiddet uygulanacağını görebilirsiniz. Kötülüğün egemenliği böyle bir şeydir." (Jean Baudrillard)
Narin Güran 8 yaşında bir kız çocuğu. Diyarbakır Bağlar ilçesi Tavşantepe Mahallesi'nde öldürüldü. Narin'in aile içi bir karar sonucu öldürüldüğü iddiası soruşturuluyor. Narin bir olaya tanıklık ettiği için mi, yoksa cinsel bir saldırıya uğraması sonucu mu öldürüldü? Henüz belli değil.
Ancak cinayetin ve cesedin ortadan kaldırılması teşebbüsünün aile ve yakın çevrenin iştirakiyle gerçekleştiği, yöre halkının suskun kalıp cinayetin ahlaki ve vicdani sorumluluğuna katılarak dolaylı rıza ürettiği anlaşılıyor.
Ekonomik, sosyal ve siyasi anlamda güçlü olduğu anlaşılan ailenin siyasi-bürokratik ilişkilerinin, delillerin kaybolmasına yarayan gecikmelerde ve sosyal suskunlukta rol oynadığı görülmekte.
Diyarbakır, Şanlıurfa, Mardin illeri fiziksel olarak kent merkezinden çevre köylere doğru genişlerken, sosyal, politik ve kültürel bileşenlerini taşıdıklarından kentin nerede bittiğini, kırsalın nerede başladığını kestirebilmek güç hale gelmiş durumda. Bu nedenle şiddetin mekânı kent de olabilir, kentin yakınındaki kırsal da. Cinayetin failleri her sınıftan olabilir. Köylü de, kentli de, burjuva da, işçi de.
Çoğunlukla çocuk ve kadın cinayetleri bir cinsel saldırı sonucu işlendiklerinden bedenin ortadan kaldırılması, aile içinden ya da yakın çevreden olan faillerin öncelikli eylemi haline gelmekte. Özgecan Aslan, Münevver Karabulut cinayetleri ilk akla gelenler. Avrupa ve ABD'de de buna benzer şiddet olayları yaşanmakta.
Narin cinayetine tek boyut üzerinden bakarak, nedeni feodal yapıya, modernlik dışı kalmaya, dini ya da siyasi bir inanca bağlayarak çareyi idam cezasında bulmak rasyonel değil. Bu nedenle şiddete çok boyutlu olarak, insanın doğası, eğilimleri, şiddet-güç ilişkileri, sistemin ürettikleri açısından bakmak gerekir.
Küresel sistemin ürettiği şiddet, ulus-devletin kendine özgü zihniyet kodlarının ürettiği şiddetle birleşince durum daha da vahimleşiyor. Savaşlar, katliamlar, ölümcül göçler, bireysel vahşi cinayetlerle şiddet dalga dalga hayatımıza, ilişkilerimize, mahallemize, sokağımıza, evimize girdi. Modern toplum, medeniyet dediği şeyin temelinde şiddet olduğunun farkında değil.
Nilgün Tutal Cheviron, yönetmen Michael Haneke filmlerindeki temaları şöyle sıralamakta:
"Batı burjuvazisinin ve orta sınıfının insandışılaşmasının ve duygularını kaybetmiş olmasının eleştirisi, yaşanan evin, kimi zaman kentin ve ailenin açıklanamayan ve tekinsiz bir şiddet tehdidiyle ani karşılaşmasının yarattığı çöküşün öyküsü, aile hayatının modern parçalanmışlığı, sadık ya da katil çocuklar, insanlar arasındaki iletişim eksikliği ya da iletişimin tamamen reddedilmesi." (Haneke: Huzursuz Seyirler Diler – Editör: Nilgün Tutal Cheviron)
Çağımızda ölümün ölmesinden söz eden Tutal, teknik modernlik ve aklın insanı nereye savurduğunu şöyle anlatıyor:
"...kötülük insanın bilfiil kendi edimlerinin sonucu olarak tüm dünyayı kuşatırken, kendisine dışsal otoritenin ya da yasanın buyurduğu ahlaki ve etik kuralları araçsal aklına dayanarak reddeden insan neyin kutsal olduğuna dair bilincini yitirmiştir. Yapılan kötülüğü ve cinayeti üstü örtülerek gizlenebilecek bir rastlantıya dönüştürmüştür.”
Bireysel egoizm kendi iyiliğine, düzenine, kendisinin ve cemaatinin çıkarlarına odaklanmış olup bu çıkarları tehdit etme ihtimali olan her şeyi yok etmeye hazır. Nitekim kadın cinayetlerinden sonra cesedin yok edilmesi için parçalara bölünmesi genellikle güce dayanan araçsal aklın temsilcisi olan baba, amca gibi aile büyükleri tarafından yerine getirilmekte.
Bu durum başı belaya girdiğinde her şeyi, tüm canlıları hiçe sayabilecek bir ahlakın çırpınışı mı, ya da daha geniş bir açıdan, bu ailenin ya da kurumsal sistemin olay karşısında yetersizliği mi? Ortada bozulmuş bir sistemin ve yıkılmış ahlakın ortaya çıkardığı bir sonuç bulunmakta.
Eril küresel sistem, insanları tüketim toplumu üzerinden zihin teknolojileri kullanıp gerçeklikten kopararak kör, sağır ve zihinsel özürlü hale getirmekte. Modernleşen kent, ilişki biçimi ve iletişim teknolojileriyle bencilliğini ve yıkıcılığını kırsala doğru yaymakta. Kırsalın geniş aile yapılanması içinde kötülük derinleşerek gizlenmeye çalışılmakta.
Bir taraftan muhafazakâr kesimiyle de hızla modernleşen toplum, tüketimi teşvik eden küresel sistemin zihin teknolojileriyle kontrol altında tutulurken, diğer taraftan insan hırsının ve egoizminin tüm kötücül sonuçlarını yaşamakta. Şiddet, çıkarcı akla dayanarak genişlemekte.
Genç erkekler genç kızları vahşice öldürebilmekte, cesetlerini aile yardımıyla yok edebilmekte. Yetişkin erkekler çocukların, eşlerinin, sevgililerinin canına kıyabilmekte, hayvanlara eziyet edebilmekte.
İşverenler çalıştırdıkları insanları bile bile ölüme gönderebilmekte. Bireysel ve siyasal çıkarlara dayalı bencil aklın etkisinde kalan halkın önemli bir kesimi tevarüs edilen öfkeli linç kültürünü yaşatmaya devam etmekte.
Devlet iktidarı, asker ve polis uygulamalarıyla yurttaşlarının mağdur olmasına sebep olmakta, yargı yollarını engellemekte ve yargıyı hakikat-adalet hedefinden uzaklaştırmakta.
Bu sistemde yaşayan her insan hem cellat, hem kurban olma potansiyelini taşıyor. Dünya ve Türkiye anomalilerle dolu bir cehennem. Medya ise bu sapmaların üstünü örtüp gizleyerek gerçeklik yanılsaması yaratıyor. Öncelikle bu cehennemi sorgulamamız gerekiyor.
Enflasyon, hayat pahalılığı, işsizlik ve gelir dağılımındaki adaletsizliğin yarattığı şiddetle insanların mutluluk hakkı çiğnenerek çaresizliğe itildikleri görülmekte.
Adil yargılanma hakkının çiğnenmesi, tutukluluk durumlarının adeta bir ceza infazına dönüşmesi, adli suç işleyenlerin özel afla salıverilmesi, siyasal suç işleyenlerin ise affın dışında tutularak mağdur edilmesi, kararnamelerle yargısal denetime tabi tutulmadan insanların işlerinden ve mesleklerinden edilmeleri şiddet ortamının besleyicisi durumunda.
Bu şiddet içeren sistemin hem faili, hem mağduru haline gelen insan nasıl bir varlık? Erich Fromm buna "doğanın ucubesi" şeklinde cevap veriyor. Çünkü bu varlık üretkenlik, yaşatmak ve yaratıcılık üzerinden varoluşunu inşa ettiğinde kötülükten uzaklaşıp iyiliğe eğilim göstererek insan olma aşamasına doğru ilerleyebiliyor. Bunu yapamadığı takdirde ise varoluşunu yıkım ve ölümseverlik üzerinden göstermeye çalışıyor. Despotlar da bu ölümsever varlıklar içinden çıkıyor.
Yönetenlerin uyguladığı politikalar insanlarda ya kötülük yapma eğilimini artırıyor, ya da iyiliğe yönelme motivasyonunu güçlendiriyor. Bu nedenle insan olmanın anlamını bulmaya çalışmak, bir insan olarak ne ifade ettiğimiz üzerinde tefekkür etmek, duygudaşlığımızı sorgulamak demek.
Toplumsal düzen, bilincimizi ve kendimizi algılayışımızı biçimlendirirken iktidar kendine itaati ister ve aynı zamanda bunu bize kendi amacımızmış gibi dayatır. Amacımız iktidara ortak olmak, itaat ettirmek, hırslarımızı doyurmak olunca temel ihtiyacımız olan şefkat, sevgi ve merhamet bizden uzaklaşır. İçimizden koparılan bu duygular güç ve maddi edinim savaşlarında yıkıcı bir öfkeye ve parçalanmaya yol açmakta.
Yabancılaşmış insan kendini anlamlandıran özünden, vicdan ve merhametten koparak insan olmanın zeminini kaybederken güce dayalı bir toplumsal sistemin sürekliliğini sağlayan bir araç haline gelmiş durumda.
Şiddetin sistemden kaynaklanan boyutlarıyla birlikte insanın sistemle ilişkisi üzerinde de düşünmemiz gerekiyor. Şiddeti tüm boyutlarıyla anlamadan ve kendimizi insanlaşma yönünde eğitmeden, empati yapma yetisini kazanmadan adaleti, barışı sağlayamayız, insan onurunu yüceltemeyiz.