Türkiye partili cumhurbaşkanlığı sistemiyle siyaset bilimi ve kamu hukuku bağlamında kör bir noktaya savrulmuş durumda. Çünkü demokrasi ve hukuk dışılığa yol açan, parlamenter-başkanlık-yarı başkanlık sistemlerinin dışına düşen bu düzenlemenin bir karşılığı yok. Türk tipi denilmesinin de herhangi bir referansı bulunmamakta.
Sistemler dışı olan, teorisi de bulunmayan bu yönetim şeklinin despotizme, keyfiliğe, hukuksuzluğa kayması beklenmedik bir şey değil. Askeri darbelerle, yetersiz, kifayetsiz, hırslı siyasi kadrolarla, hukuku ayak bağı gören bürokrasiyle, demokrasi-hukuk kültürünün yokluğuyla Türkiye'nin diz çökeceği noktaya gelmesi mukadderdi.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarını anayasal zorunluluğa rağmen uygulamayan, Anayasa Mahkemesi kararlarının üstünde tepinilmesine yol açan, yüksek mahkemeleri siyasetin aracı haline getirerek birbirine hasım haline getiren, böylece hukuktan, hatta hukukun bir unsuru olan kanunlardan dahi kopan bir rejimin dayanılmaz ağırlığı altındayız.
Rejim, hukuk güvenliğinden yoksun bir "gücü gücü yetene rejimi" haline gelmiş durumda. Yıllarca inatla uygulanan irrasyonel bir ekonomik politikayla yaşanan ekonomik krizin halka ödetilmesi hukuk güvenliğinin yanı sıra ekonomik ve sosyal güvenliğin de kalmadığını göstermekte.
İnsanın gerçekleştirmeye çalışacağı hukukun regülatif (ayarlayıcı) ideleri hakikat, özgürlük ve adalettir. Kanunlar adalet ve özgürlük ile birlikte yürür, bu değerlerden kopulduğu takdirde geriye sadece kanun görüntüsünde bir irade ve kaba güç kalır.
Hukukun, adaletin çiğnendiği, milli gelir dağılımındaki adaletsizliğin had safhaya ulaştığı bir noktada siyasi ve sosyal ahlaki çöküşün dibe vurması, sosyal adaletsizliğin zirve yapması sürpriz değil.
Şatafat ve gösterişe dayalı keyfi kamu harcamaları, ihtiyat akçelerinin tüketilmesi, gerçekdışı enflasyon kurgusuyla milyonların yoksulluğa ve açlığa mahkûm edilmesi, doğal afetlerin, maden facialarının zararlarını önleyici ve onarıcı politikalarla azaltma yönündeki bilinçli ihmal ve aymazlıklar... İmar afları, fütursuzca dağıtılan maden ruhsatları, insan kayıpları, doğanın tahribi, sorumluluğu en alt düzeyde çalışanlara yükleyip sorumluluktan kaçma halleri...
Tüm bu yaşananlar toplumun maddi ve manevi şiddete maruz kaldığını göstermekte. Hukukla, adaletle, hakikatle, fırsat eşitliğiyle, vicdan, merhamet, sevgi, empati gibi insani iyi duygularla bağımızı koparmış durumdayız. Hakikatleri inkâr eden, ayrımcı, ötekileştirici, bölücü, şiddeti ve linci teşvik edici bir politik dille barış, istikrar ve huzura ulaşamayız, toplum, "biz" olamayız.
İnsana ve doğaya hırsla, barbarca, bencillikle şiddet uygulamak gelişmemiş bir varlık olarak tanımlanmamızı haklı kılmakta. Oysa sevginin gökkuşağında doğaya ve farklı olana saygı, iyilik, cömertlik, sabır, tevazu, zarafet, fedakârlık, samimiyet, masumiyet var.
Kant'ın dediği gibi, insanın en büyük davası bir insan olmak için ne olmak icap ettiğini bilmektir: "İnsan, insan için kutsaldır." ("Homo sacra res homini.")
En zor şey ise hakikat yolunda mücadele etmek. Hakikatin peşinde gezgin olmak; cesur, kararlı, alçakgönüllü, şiddete karşı sakin. Her türlü şiddete insanlığı ve onuruyla karşı çıkanlara şiddet uygulamaya devam edenler kendi ruhlarını ve onurlarını kaybederler. "Eğer ben senin insanlığını zayıflatırsam, kendi kendimi insanlıktan çıkartırım." (Desmond Tutu)
Çevremizi saran gölgeler arasında bir ışık görebilme umudumuz var mı? Hakikatin gücü yolumuzu aydınlatabilecek mi? Şiddet içermeyen bir yola birlikte çıkabilecek miyiz?
Bildiklerimiz hakikatin, yapabileceklerimiz de gücün karşısında bir hiç (Gandi). Güç ile hakikat arasındaki gerilim, denizin dalgaları ile dövdüğü kayalar arasındaki yıpratıcı karşılaşmayı andırıyor. Gücün karşısında hakikate sağlam bir kayaya tutunur gibi sıkıca tutunmak gerekir.
Bu yolda yalnız bırakılmak ihtimali de var. O zaman da Rabindranath Tagore'un dizelerine sığınmak gerekecek:
Yalnız yürü./ Çağrına kulak vermiyorlarsa eğer, yalnız yürü;/ Korkar da dehşet içinde duvara dönerlerse yüzlerini,/ Ah sen, kara bahtlı,/ Aç zihnini ve yalnız konuş.
Yoldan cayar da bırakırlarsa yabanda seni,/ Ah seni kara bahtlı,/ Yolun üstündeki dikenleri çiğne ve/ Kana bulanmış o yolda yalnız yürü.