1940–1980
Devletin 1920'lerden başlayan modernleştirme ve asimilasyon politikaları 1980'lere kadar değişmeden kaldı. 1946'dan sonra çok partili sisteme geçişin ve eğitimin yaygınlaşmasının sonuçları kendini daha sonraki yıllarda gösterecekti.
Rejimin baskıcı uygulamalarına karşı muhalif bir söylemin varoluş koşulları giderek olgunlaşıyordu. Kürtler arasında eğitimin yaygınlaşması Kürt kültürel ve siyasal hareketinde öncü bir rol üstlenecek aktivist entelektüeller grubunun doğmasına yol açtı. İstanbul ve Ankara gibi büyükkentlerde bulunan üniversitelerdeki Kürt öğrenci sayısının artması ile birlikte Suriye, İran ve Irak'tan gelen Kürt öğrencilerle kurdukları etkileşim ortak Kürt kimliği konusundaki farkındalığı artırdı.
1941'de Kürt aktivistler tarafından kurulan Dicle Talebe Yurdu ve 1943'te kurulan Fırat Talebe Yurdu gibi öğrenci yurtlarındaki ortam bu süreci hızlandırdı. Musa Anter, 1940'ların ortalarında kuruluşunda yer aldığı Kürtleri Kurtarma Cemiyeti'nin amacını, Kürt öğrencilerin ulusal bilincini, dilleri, kültürleri ve Türkiye’deki durumları hakkındaki farkındalığını artırmak şeklinde tanımlamaktaydı.
Gene bu dönemde Musa Anter'in İleri Yurt Gazetesi'ndeki yazıları nedeniyle yargılanmaya başlamasının Kürt öğrenciler ve halkın bir kısmı tarafından protesto edilmesi de kayda değer bir gelişmeydi. Ancak Kürt sorununa halkın dikkatini çeken en önemli olay, 17 Aralık 1959'da 50 Kürt öğrenci ve aktivistinin tutuklanması oldu. Bu kişilerden biri gözaltında öldüğü için bu yargılama "49'lar Olayı" olarak adlandırıldı.
Aslında bu dava, siyasi bir projenin parçasıydı. Zamanın DP hükümeti, MİT'ten istediği "Kürt Raporu"nda dile getirilen tavsiyeler uyarınca bir operasyon başlatmıştı. Raporda 2500'e yakın Kürdün ayrılıkçı faaliyetler içinde olduğu belirtiliyor ve bu kişilerin ülkede "bölücü", yurtdışında da "komünist" olarak ilan edilmesi ve idam istemiyle yargılanmaları öneriliyordu. Tutuklananlar, ulusal birliği ve ülkenin toprak bütünlüğünü bozmakla suçlanacaklardı. 1967 yılına kadar süren davanın sonunda sanıklar suçsuz bulundu. Fakat davanın bu denli uzaması, Kürt sorununun gündemde kalmasına neden oldu.
27 Mayıs 1960 darbesi ile yönetimi ele geçirenler de, devletin Kürt sorununa bakışında hiçbir farklılığın olmayacağını daha işin en başında açık ettiler. Darbeden 4 gün sonra içlerinde aşiret liderleri, kanaat önderleri, şeyhler ve belediye başkanlarının bulunduğu 485 kişi hiçbir mahkeme kararı olmadan, keyfi bir şekilde gözaltına alınıp Sivas-Kabakyazı'daki askeri kışladan bozma bir kampa konuldular ve 9 ay burada tutuldular.
Sivas Kampı, 7 Ekim 1960 tarihinde çıkan 105 No’lu Mecburi İskân Kanunu'ndan sonra dağıtıldı. Ancak bu kanunla birlikte, kamptaki 55 kişi Antalya, Isparta, Denizli, İzmir, Burdur, Muğla, Afyon, Manisa ve Çorum'a sürüldü.
Kanunun gerekçesinde şöyle deniyordu:
"Sosyal bazı reformları yapabilmek, ortaçağın Türkiye'de yaşayan düzenini yıkmak, ağalık, şeyhlik gibi müesseseleri yok etmek..."
Devletin tüm olumsuz yaklaşımına rağmen Kürt toplumu, 1960'lı yıllar boyunca "Kürt organik entelektüellerinin" yayımladıkları dergilerle kendini anlama ve kendi üzerinde düşünme fırsatı elde etti. Kürt hareketindeki bu yeni dinamik, Avrupa'daki ve Irak Kürdistan'ındaki Kürt hareketinin canlanmasıyla da örtüşüyordu.
1967'ye gelindiğinde artık Kürt siyasal hareketi, pek çok kasaba ve kentte düzenlenen "Doğu Mitingleri" sırasında siyasal ve ekonomik taleplerini ifade etmeye başlamıştı. Kürtlerin bu talepleri hükümetler tarafından göz ardı edildi; Kürt entelektüellerinin başlattığı tartışma baskılandı. Benzeri tüm taleplerin bölücülük olarak değerlendirilmesi ve yasal kısıtlamalar nedeniyle "Kürt", "Kürtçe" ya da "Kürdistan" kelimeleri yasaklı kalmaya devam etti. Bunların yerine mesela "Doğu", "Doğulu" gibi kelimeler tedavüldeydi.
1960'ların ikinci yarısından itibaren Kürtlerin sosyal ve ekonomik eşitlik taleplerini dile getirecekleri yeni bir mecra oyuna dahil oldu: Türkiye İşçi Partisi.
Bu süreçte Tarık Ziya Ekinci, Kemal Burkay ve Canip Yıldırım gibi isimler Türkiye İşçi Partisi içinde aktif rol oynadılar ve 1960'ların sonlarına doğru "Doğucu" hareketin oluşumuna önayak oldular.
Ancak TİP ve diğer sosyalist gruplar Kürt sorununu bütünlükçü ve tutarlı bir politika içinde programlarına dahil edemediler. Nihayetinde Kürt hareketi örgütlenmede yeni bir aşama kaydetti ve Irak’taki Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) benzeri bir özerkliği savunan Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi (TKDP) 1965 yılında ilk gizli parti olarak kuruldu. TKDP, Kürt taleplerini Kürt ulusu üzerinden tanımlarken bunu eşitlik bağlamında formüle etmiş, ancak Kürt kimliğine vurgu yapmamıştı.
Sürecin devamında 1969'da İstanbul ve Ankara'da yasal olarak örgütlenen ve Kürt öğrencilerden destek alan Devrimci Doğu Kültür Ocakları (DDKO) merkezleri kuruldu. Ancak 12 Mart 1971'deki askeri müdahaleden sonra DDKO ve onunla somutlaşan Kürt siyasetinin yasal durumuna son verildi ve DDKO üyeleri Diyarbakır sıkıyönetim mahkemesinde "ulusal duyguları zayıflatmayı veya yok etmeyi hedefleyen örgüt kurmak" suçundan mahkûm edildiler.
Bununla birlikte 1970'li yılların ortalarına kadar aktif bir şekilde faaliyette bulunan birçok Kürt devrimci örgütü ortaya çıktı. Bu dönemde Kürt kimliği etnik bir temele dayandırılarak Newroz ve Kawa efsanesiyle bir köken mitine dönüşmeye başladı.
1970'li yılların ortalarına doğru Kürt sosyalist hareketi parçalanmaya yüz tutmuştu. İlk Kürt sosyalist grup, TİP'in Kürt üyeleri tarafından 1974 yılı Aralık ayında kurulan Türkiye Kürdistan Sosyalist Partisi (TKSP: Kurucusu Kemal Burkay) oldu. Bu hareket 1975-1979 arası yasal aylık bir dergi olan Özgürlük Yolu'nu çıkardı ve üyelerinden Mehdi Zana, 1977 yılında bağımsız olarak katıldığı seçimlerde Diyarbakır Belediye Başkanı seçildi. Artık Kürt siyaseti yepyeni bir aşamanın eşiğindeydi.
Bunun dışında DDKO'nun devamı olarak Rizgari örgütlenmesi veya Devrimci Demokratik Kültür Dernekleri de (DDKD) dönemin diğer adı anılması gereken Kürt siyasal hareketleriydi. 1974 yılında Türkiye'nin birçok yerinde kurulmaya başlanan ve eski TKDP üyeleriyle bazı öğrencileri kapsayan DDKD hareketinden üç grup doğdu.
İlk grup, 1976'da kurulan Maoist Kawa hareketiydi. Bu hareket de 1978 yılında bölündü ve ortaya Denge Kawa çıktı. İkinci grup, 1976'da kurulan sosyalist Kürdistan Ulusal Kurtuluşçuları (KUK) oldu. Devrimci Demokratlar olarak bilinen Kürdistan İşçi Partisi (KİP) ise, üçüncü grubu oluşturuyordu.
Yukarıda belirttiğim örgütlenmelerin hiçbiri 1980 askeri darbesinden sonraki süreçten ve sıkıyönetim yargılamalarından sonra hayatta kalmayı başaramayacaktı.
Bölge, örgütlenmelerle birlikte hareketli bir dönemi yaşarken, bölgenin dışında beklenmedik bir oluşum yaratılıyordu. 1970'li yılların başında Ankara'da üniversite çevresinde başını Abdullah Öcalan'ın çektiği sol bir grup yeni bir hareket oluşturuyordu. Hareket, 1975'in sonuna kadar kadrolarının çoğunu Kürtlerin yaşadığı bölgelere gönderdi. 1977 yılında grubun siyasal programı sempatizan kitlelerle paylaşıldı. Hareketin örgütlenmeye dönük ilk girişimleri bölgede diğer gruplarla çatışmalara yol açtı.
27 Kasım 1978'de yapılan kongrede gizli bir siyasal partiye dönüşme kararı alındı. Kuruluş bildirisinde PKK (Patria Karkarian Kürdistan – Kürdistan İşçi Partisi) ismi yer aldı, ancak bu isim 27 Nisan 1979'a kadar kullanılmadı. Örgütün hedefinin bölgede Marksist-Leninist temele dayalı bağımsız Kürdistan devletini kurmak olduğu sadece bir slogan olarak kullanılıyor, ancak bunun dışında hiçbir siyasi alt metin, siyasi analize dayalı propaganda bulunmuyordu.
PKK, kuruluşunu ilan etmek için 30 Temmuz 1979'da Siverek'teki devlet yanlısı Bucak aşiretine saldırdı. 1979-1980 yıllarında halk arasında örgütün lideri Abdullah Öcalan'ın isminden dolayı Apocular olarak da adlandırılan PKK, bölgede birçok şiddet eyleminde bulunacaktı. Siyasi hedef için yöntem, şiddet ve terör eylemleriyle propaganda yapmaktı. Her eylemin sonunda dağıtılan bildirilerde eylemin nasıl gerçekleştirildiği anlatılıyor, bildiri siyasi nitelikli tek cümleyle bitiriliyordu: "Yaşasın Marksist-Leninist bağımsız Kürdistan".
80 sonrası dönemde de hayatta kalmayı başaran tek örgüt, şiddet eylemleriyle askeri propagandayı yöntem olarak benimseyen PKK olacaktı. Devlet, Kürtlerin haklı siyasi mücadelesinin zeminini, PKK'nın şiddet uygulamalarını ve silahlı örgütlerin birbirleriyle çatışmalarını bahane ederek ortadan kaldırdı.
PKK ve diğer silahlı Kürt örgütleri ile mücadele edilirken, Kürtlerin hak talepleri için siyasi zeminde şiddet kullanmadan mücadele etmek isteyen örgütler ve aktörler sahadan silindi. PKK ile mücadele yürütülürken esas hedefin demokratik yollarla sonuç almak isteyen barışçıl Kürt siyasi hareketini yok etmek olduğu anlaşılıyordu.
Devam edeceğim.
YARARLANILAN KAYNAKLAR
-
Ahmet Alış, “Modern Kürt Siyasi Tarihinin İçinden Musa Anter’i Okumak”, Birikim Dergisi, İstanbul, 20 Eylül 2010.
-
Cengiz Güneş, Türkiye’de Kürt Ulusal Hareketi, çev. Efla-Barış Yıldırım, Dipnot Yayınları, Ankara, 2013.
-
David McDowall, Modern Kürt Tarihi, Doruk Yayınları, İstanbul, 2004.
-
Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İletişim, İstanbul, 2013.
-
Musa Anter, Hatıralarım, Avesta Yayınları, İstanbul, 1999.
-
Oktay Pirim-Süha Örtülü, PKK’nın 20 Yıllık Öyküsü, Boyut Kitapları, İstanbul, 1999.
-
Tuğba Yıldırım (Derleyen), Kürt Sorunu ve Devlet, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 2011.
-
Ümit Kardaş, Demokrasi ve Hukuk Krizi, İletişim, İstanbul, 2010.