Friedrich Engels'in "İnsanlar yaşadıkları gibi düşünürler" sözü, üzerinde düşünmeye değer. Belki gücün farkında değilken, ona yanaşma imkânı bulmamışken, bizi kendimiz olmaktan çıkaracak bir çıkarla karşılaşmamışken, düşündüğümüz gibi yaşadığımız duygusuna kapılabiliriz. Asıl yüzümüz herhalde güçle tanıştıktan, o bizle flört etmeye başladıktan sonra, bizi iktidarı için kullanışlı görüp sunduğu imkânlarla başımızı döndürdüğünde ortaya çıkıyor.
Güce, illüzyon yaratan imkânlara, hırslarımıza direnebiliyorsak ve vicdanımızı ölçü tutarak, ilkelere sahip çıkarak, hayatın asıl amacının hoş bir seda ile bir iz bırakmak olduğu bilincine varmışsak, varlığımızın bilincine vararak yaşıyoruz demektir.
Ama gücün, iktidarın, şöhretin, statünün, yani egomuzun şişirilmesinin cazibesine kapıldıysak, o zaman bize sunulan çıkarların ve imtiyazların, kimlerin haklarından çalınarak, kimlerin ezilmesi pahasına sunulduğunu unutmaya başlıyoruz.
Güçle girdiğimiz ilişki bizi, onu eleştiremez duruma getiriyor. Hatta bütün yanlışlarına, hatalarına, yalanlarına ve olumsuzluklarına gerekçeler üretiyor, bizi sever gözüken ve imkânlar sunan gücü her durumda savunuyoruz.
Âdeta ruhumuz, gücü kullanan tarafından çalınıyor ve onun gücünü kaybetmesi ihtimali bizi korkutuyor. Kaderimizi gücün varlığına bağlıyor, yani kendimiz olmaktan çıkıyoruz. Bu süreçte gücü eleştiren arkadaşlarımıza yabancılaşıyor, kendi çevremizi aşağılamaya başlıyoruz.
Daha önce eşitlik, adalet, barış derken, birden seçkinci, elitist ve kutuplaştırıcı davranmaya başlıyoruz. Yaşantımız kolaylaşıyor, eşimizin, çocuklarımızın hayat standardı yükseliyor ve onlar ne pahasına olursa olsun bunun altına düşmeyi kabul etmemeye başlıyorlar.
Güç kimi yerin dibine batırıyorsa, kimi aşağılıyorsa, kimi suçlu ilan ediyorsa, kime zarar veriyorsa, biz de aynı şeyleri yapıyoruz. Gücün iktidarı tehlikeye girdiğinde kendi güç ve imkânlarımızı kaybedeceğimiz endişesine kapılıyoruz. Vicdanımızın terazisini kaybediyoruz.
Çıkarlarımız aklımızın rehberliğini engelliyor. Düşüncelerimiz artık yüreğimizle ve duygularımızla buluşmuyor. Gözlerimiz bizi ele veriyor, sözlerimiz ağzımızda iğreti duruyor. Ve artık hayatımız, düşüncemizi belirlemeye başlıyor.
Bir gün o güç, mutlaka güç olmaktan çıkacak. Biz belki de elde ettiğimiz imkânlarla hayatımızdaki illüzyonu yaşamaya devam edeceğiz. Belki de güçle işbirliği yapma bağımlılığıyla daha önce eleştirdiğimiz yeni bir güce günah çıkarıp teslim olacağız. Ama vicdanımızı, itibarımızı, belki de en önemlisi hayatta bir iz bırakma şansını yitirmiş olacağız.
Kurumlar ve onların ürettiği kültür tarafından öğretilen bir şey olan egomuz, her türlü arzuya, hırsa sahip. O, hep daha çok ister, bizi kullanır ve kullandırır. Bizi bir gölgeden ibaret olan gücün peşinden koşturur. Özümüzden uzaklaştırarak var olmamızı engeller. Oysa hayat geçicidir ve ne elde edersek edelim yine de tatmin olmadan ölürüz.
Etienne de la Boetie, iktidarla olan suç ortaklığımızı gözümüzün önüne seriyor: "Hayır, onun gücü insanların gönüllü kulluğundan gelir. Siz ödünç vermeseydiniz sizi gözlemek için bunca gözü nereden bulurdu? Sizden almasaydı sizi yakalamak için bunca ele nasıl sahip olurdu? Sizden bulmasaydı üzerinizde nasıl kudreti olurdu? Sizin zekânızı paylaşmasaydı sizi nasıl kovalardı? Sizi soyana, sizi öldürene yataklık, kendi kendinize ihanet etmeseydiniz, size ne yapabilirdi?"
Bizi hakikatten uzaklaştıran maddi çıkarların ve üstünlük duygusu veren pozisyonların üzerinden güce eklemlenirken ruhumuzu kaybediyoruz. Ezilen insanın güçle tanıştığında nasıl bir zalim olabileceğini, George Orwell (Eric Arthur Blair) Hayvan Çiftliği isimli, sonu kötü biten bir peri masalı olan romanında çok güzel anlatır.
Çiftlik sahibi Bay Jones'un sömürüsünden ve zulmünden bıkmış olan hayvanlarda öfke birikmeye başlar. Koca Reis diye bilinen, bir zamanlar ödül kazanmış bir erkek domuz samanlıkta topladığı hayvanlara ayaklanma öncesi seslenir: "İnsan üretmeden tüketen tek yaratıktır. Süt vermez, yumurta yumurtlamaz, sabanı çekecek gücü yoktur, tavşan yakalayacak kadar hızlı koşamaz. Hayvanları çalıştırır, karşılığında onlara açlıktan ölmeyecekleri kadar yiyecek verir. Bu hayatta başımıza gelen tüm kötülüklerin insanların zorbalığından kaynaklandığı gün gibi açık değil mi?"
Hayvanları ayaklanmaya çağırdıktan sonra kuralları koyar: "İnsana karşı savaşırken sonunda ona benzememeliyiz. Onu alt ettiğiniz zaman bile, onun kötü alışkanlıklarını benimsemeye kalkmayın. Hiçbir hayvan kendi türünden olanlara zorbalık etmemeli. Güçlüsü, güçsüzü, akıllısı, akılsızı, hepimiz kardeşiz. Hiçbir hayvan başka bir hayvanı öldürmemeli. Bütün hayvanlar eşittir."
Koca Reis, bu konuşmadan üç gece sonra ölür. Domuzların en yeteneklileri olan Snowball ve Napoleon ile besi domuzlarının en ünlüsü, parlak konuşmacı, karayı ak yapan Squealar, Koca Reis'in düşüncelerini geliştirerek "Animalizm" öğretisine dönüştürürler.
Çiftlik sahibi Bay Jones'un sert davranışları ayaklanmayı çabuklaştırır. Çiftlik görevlilerinin hayvanların yem saatini unuttukları gün ayaklanma başlar, Jones ve adamları dişe diş bir çatışmadan sonra çiftlikten kaçarlar. Çiftlik hayvanlarının amacı eşitlikçi bir düzen kurmaktır.
Aralarında en akıllı olan domuzlar kısa sürede bir lider takımı oluşturur. İktidar artık domuzlarındır. Yönetimde yeldeğirmeni projesi üzerinde anlaşmazlık çıkınca Snowball kovulur, iktidar Napoleon ve Squealar'e kalır.
Bir süre sonra iktidar, değişimi yolundan saptırır. Ne yazık ki insanlardan daha baskıcı, daha acımasız bir diktatörlük kurulur. Koca Reis'in "Bütün hayvanlar eşittir" sözü, "ama bazı hayvanlar öbürlerinden daha eşittir" sözü ile tamamlanır. Bir baskı şeklinin yerini, başka bir baskı yöntemi alır.
Bir süre sonra hayvanların eski efendileri olan insanlar ile yeni efendileri domuzlar çiftlik evinde bir şölen sofrasında buluşurlar. Ezilen hayvanlar camdan odanın içerisini korku ve endişeyle izlemektedirler. Sofradakilerden Foxwood Çiftliği'nin sahibi Bay Pilkington, kadehini domuzlara doğru kaldırır ve şu sözleri söyler: "Siz aşağı kesimlerden hayvanlarınızla uğraşmak zorundasınız; biz de bizim aşağı sınıflarımızla uğraşmak zorundayız."
Hayvanlar gördükleri manzaranın yarattığı umutsuzlukla evden uzaklaşırken çiftlik evinde korkunç bir kavga patlak verir, bağırıp çağırmalar üzerine hayvanlar tekrar eve dönerler. Kavganın nedeni iskambil oynayan Napoleon ile Bay Pilkington'un aynı elde maça ası çıkarmalarıdır. Evin içindeki insanlar ve domuzlar öfkeyle birbirlerine bağırmaktadırlar. Domuzların yüzlerinde daha önce fark ettikleri değişim üzerine hayvanlar, bir domuzların yüzlerine, bir insanların yüzlerine bakarlar; ama onları birbirlerinden ayırt edemezler.
Halide Edip 1954'teki çeviriye yazdığı önsözde iki tarafın da gücünü, kendi kafa kuvvetinden çok, korumak ve kapmak istedikleri yavrulara borçlu olduğunu, ancak yavruların kendi güçlerinden haberdar olmadıklarını belirtir.
Nitekim kendini yönetenleri sorgulamayı aklından bile geçirmeyen, Napoleon'u her zaman haklı bulan araba beygiri Boxer da hastalanıp işe yaramaz hale gelince at kasabına gönderilir. Boxer, kasaba götürülmek üzere arabaya konulduğunda akıbetini anlar, ama artık çok geçtir. Kurtulmak için debelenmesi işe yaramaz. Hayvanlar ise arkasından çaresiz bakakalırlar.
İktidarın baştan çıkarıcı, yozlaştırıcı gücü herkes için geçerli. Gücün kullandığı iktidarın ve kurumların şeffaflığı, sivil demokratik denetime tabi olması, hukukun üstünlüğüyle sınırlanması hayati önemde.