Türkiye hem toplum olamamanın hem de bireyin ortaya çıkamamasının yarattığı sıkıntıları yaşamakta. Dindar muhafazakârlar, laikler, Kemalistler, solcular, Aleviler, Ermeniler, Rumlar, Yahudiler, aynı vilayetten göç etmiş kesimler birbirinden ayrı çeşitli cemaatler halinde yaşamakta.
Cemaatler bir toplumu oluşturacak ortak uzlaşma ve işbirliği içinde değiller. Ayrıca cemaatlerin hiyerarşik yapısı bireyin ortaya çıkmasına engel.
Devlet yapılanması ve ideolojisi ise bazı cemaatlerle ortak hareket ederek kendisi için tehlike olarak gördüğü etnik kimlikleri ya da inanç grubunu şiddetle bastırıp mağdur etmeye yönelik olarak işlev görmekte. Dönemsel olarak devletin ortakları değişirken mağdurlar da değişebilmekte.
Cumhuriyet, Jön Türk - İttihat ve Terakki üzerinden çoğulculuğu reddeden tekçi ideoloji üzerinden şekillenmiş durumda. Ancak bir otokrasi ile var olabilen İslam sosuna bulanmış Türk milliyetçiliği bugün Cumhur İttifakı ile zirve yapmış durumda.
Bu durum mağduriyet yaşamış olan tüm kesimlerin birbirleri için empati yapmalarını engellemekte. Bugünkü iktidar da MHP ile birlikte ötekileştirici, ayrıştırıcı bir nefret diliyle mağdur kesimleri birbirine yabancılaştırmakta, gerilim ve şiddetin artmasına neden olmakta.
Bunun sonucu herkese yumruğu atan devlet iktidarı iken, mağdur kesimler birbirlerine düşerek hakikati görmemekteler.
O halde Türkiye'deki mağdur tüm kesimlerin ve onların siyasi temsilcilerinin devlet iktidarının bu oyununu bozarak bir ittifak kurup, tartışma-uzlaşma-işbirliği ekseninde yeni bir toplumsal mutabakatı sağlamaları gerekmekte.
Bu, kuşkusuz boş bir levha üzerine sıfırdan inşa edilecek bir toplumsal sözleşme metni demek. Ancak çıkmaz, Cumhur İttifakı bileşenlerinin boş levhayı sorunları yaratan ve uzlaşmayı engelleyen ezberlenmiş metinlerle doldurma isteğinde yatıyor. Yani "yeni anayasa istiyoruz" söylemiyle otokratik partili cumhurbaşkanlığı sistemini tahkim etmenin yolları aranıyor.
1921 Anayasası'na yapılan referans ise devlete "İslam dini" etiketini yapıştırmayla sınırlı gözüküyor. Oysa soyut olan devletin ne dini ne de dili olur. Devlet her türlü dine, inanca ve felsefeye karşı nötr (yansız) olmalıdır.
Aslında 1921 Anayasası'nı önemli kılan iki husus var: Birincisi, ilk Meclis'in temsil yönünden gücü. Bu, ona demokratik olarak meşruiyet kazandırıyor. Bu nedenle yeni anayasanın temsil kabiliyeti zayıf olan mevcut parlamentoyla yapılması düşünülemez.
Yeni anayasa inşası seçim barajı minimuma indirilerek, Seçim Kanunu'nda temsilde eşitliği sağlayacak değişiklikler yaparak, Siyasi Partiler Yasası demokratikleştirilerek, Yüksek Seçim Kurulu yeniden yapılandırılarak gidilecek bir seçim sonucu oluşacak parlamento; kurucu bir meclis gibi görev yapabilir.
Kuşkusuz hukuki temeli bu şekilde atılacak anayasa inşa sürecine halkın katılımı anayasanın toplumsal meşruiyeti bakımından önem göstermekte. Siyasi partiler anayasa inşa sürecinin toplumca festival havasında, coşku, neşe ve heyecan içinde, herkesin sözlü ya da yazılı düşüncesi alınarak yapılacağının sloganlarını yaratmalı.
"Tarihe izinizi bırakınız!", "Kendini unutturan anayasa yapalım!”, "İnsan onuruna saygıyı esas alan bir anayasa!", "Mutluluk hakkını tanıyan bir anayasa" gibi.
21 Anayasası'nı önemli kılan ikinci husus ise, Cumhur İttifakı bileşenlerinin çok korktuğu ademi merkeziyetçi niteliği. Kısa bir metin olan bu anayasanın önemli maddeleri merkezden yerele çok önemli yetki devri yaparken, vilayet ve nahiye şuralarının seçimle işbaşına gelmesini öngörüyor.
Şurası bir gerçek ki Türkiye otokrasiyle yönetilen ülkelerin birçoğunda görülemeyecek derecede merkeziyetçi bir yapıya sahip. Yetkilerin merkezde toplandığı ve bu yetkilerin tek kişiye verildiği bir yerde (erklerin bir kişide tecessümü) adı ne olursa olsun, rejim, sonu faşizmle biten bir otokrasi olur.
Kuvvetler ayrılığını sadece "yatay" olarak "yasama-yürütme-yargı" olarak anlamaktayız. Bu, gücün dengelenmesinin bir ayağını oluşturur. Oysa ikinci önemli ayak, "dikey" olarak adlandıracağımız bölgelere yetki devri, yani ademi merkeziyetçiliktir.
Öncelikle çoğunlukla yanlış bilinen bir olguyu düzeltelim: Üniter devlet illa merkeziyetçi devlet yapılanması veya bölgelere yetki devrinin olmadığı devlet sistemi demek değildir. Bir devleti üniter yapan husus, yetkilendirmenin bizzat merkez eliyle yapılmış olmasıdır. Yoksa öyle üniter devletler vardır ki, federasyonlardan bile daha fazla yetkiyi merkezden bölgelere devretmeyi başarmıştır. Bunun bir örneği, bölgesel devlet yapılanmasıdır.
Avrupa, bölgesel devletlerin kıtasıdır. Üniter devlette siyasi birliği güçlendirebilmek için bölgelere yetki devri yapılmıştır. (Almanya-eyalet, Birleşik Krallık, İspanya, İtalya-özerk bölgeler, İsviçre-kantonlar, Avusturya- landler, Belçika-bölgeler.)
Ayrıca ABD, Hindistan, Avustralya'da federe devletler, Kanada'da eyaletler, Rusya Federasyonu'nda bölgesel meclisler, özerk cumhuriyetler bulunmakta.
Katılımcı demokrasi; bölge halkının kendi yaşam koşullarını bilen temsilcileri tarafından yönetilmesi, bölge meclislerinde konuşma hakkının sağlanması, bölge temsilcileriyle iletişiminin kolay olması, yani bir anlamda kendi kendini yönetebilmesi anlamına gelmektedir. Katılımcı demokrasi ancak yerelde gerçekleşir, birey ancak yerelde ortaya çıkabilir.
Anayasa inşa sürecinde yaşanan açmazlardan biri zihniyet sorunu olarak ortaya çıkmakta... Cumhur İttifakı bileşenlerinin zihniyeti ve demokrasi kültüründeki eksikliği görülmekte. Ancak zihniyet sorunu Millet İttifakı bileşenleri için de geçerli.
Milliyetçilik bu ittifakta da ortak bir değer olarak öncelenmekte. Muhalefet partileri iktidarla kimin daha yerli ve milli olduğu yarışında. "Tek bayrak, tek dil, tek millet" ifadesi, yani çoğulculuğun tam aksi olan tekçi ideoloji muhalefet partilerini de kıskacına almış durumda. Bu durumda çoğulcu, çoklu, katılımcı bir demokrasi nasıl inşa edilecek?
Bunun dışında en demokratik anayasayı yapsanız da uygulayanların samimiyeti, demokrasi ve insani kültürlerinin seviyesi önemli. 1961 Anayasası'nın hak ve özgürlükler bakımından getirdiği açılımlar dönemin iktidarlarınca toplum için fazla görülüp, bu özgürlüklerin üstüne siyasetçiler alet edilerek şal örtülmedi mi?
Başta cumhurbaşkanı olmak üzere iktidar sözcüleri Anayasa'nın 138. maddesinin açık hükmüne rağmen somut dava ve kişiler hakkında hakimlere telkin ve tavsiye teşkil edecek beyanlarda bulunarak hakim bağımsızlığı ve tarafsızlığı ilkesine gölge düşürmekte beis görmemekteler.
Anayasa tartışmalarında bir diğer açmaz iç tutarlılığı kalmamış, başlangıç metni ve felsefesi sorunlu, partili cumhurbaşkanlığı düzenlemeleriyle yamalı bohçaya dönüşmüş 1982 Anayasası'nın değiştirilemez maddeleriyle ilgili.
Muhalefet partileri ezberledikleri klişeleri tekrarlayarak değiştirilemez maddeleri tartışmaya açmak istememekte. Oysa darbe ürünü 1982 Anayasasının 2 ve 3. maddeleri hem Türkçe yazılış hem de içerik bakımından sorunlu.
Anayasanın "cumhuriyetin nitelikleri" başlıklı 2. maddesinde bulunan "Atatürk milliyetçiliği" vurgusu muğlak, tartışmalı, ideolojik bir düzenleme. Yine bu maddede devletin nitelikleriyle ilgili "...başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir" düzenlemesi de sorunlu.
Çünkü Anayasanın başlangıç metni, darbeyi yapanların iradesiyle Türklük, Türk devletinin bölünmez bütünlüğü, Türk milli menfaatleri, devleti ve milletiyle bölünmezliği esası, Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılapları gibi muğlak kavramlarla doldurulmuş durumda. Değiştirilemez olan bu madde, çoğulcu ve katılımcı bir anayasa yapmaya engel.
Üstelik anayasaya demokratik, laik, sosyal hukuk devleti yazmak da devleti o niteliklere sahip kılmıyor. Sözkonusu niteliklerin anayasada yazılışı var ama uygulaması yok. "Mış gibi yapmak" bizim hasletimizdir ama ahlaki değildir. Kişileri ve kurumları çürütür.
Siyasetin emrine girmiş, devasa bir holding haline gelmiş, bütçesini de sadece bir mezhebe bağlı olanlara harcayan Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir kurumun bulunduğu, din ve ahlak derslerinin zorunlu kılındığı bir yerde laiklik ilkesi sadece kâğıt üzerinde kalmış demektir.
Yatay güçler ayrılığının bulunmadığı, tüm erklerin tek kişide tecessüm ettiği, dikey güçler ayrılığının, yani adem-i merkeziyetin tanınmadığı bir yerde, kendini sadece oyla meşrulaştıran içi boşaltılmış bir demokrasi görüntüsü vardır. Bu nedenle cumhuriyetin demokratik niteliği bulunmamaktadır.
Devlet desteğinin "hak" temelinde değil, kayırılan kesimler üzerinden yapıldığı, bir salgın döneminde yurttaşına gerekli desteğin yapılmasını sağlayacak ihtiyat akçesinin harcandığı için kullanılamadığı, eğitimde fırsat eşitliğinin asgari şartlarının sağlanamadığı bir yerde devletin sosyal niteliği bulunmuyor demektir.
Hakim bağımsızlığı ve tarafsızlığının, hakim teminatının, adil yargılanma hakkının yok edildiği, adi suçlular için özel af çıkarılırken, siyasi suçluların adaletsizce bu aftan yararlandırılmadığı, AİHM ve Anayasa Mahkemesi kararlarını uygulamama cesaretinin gösterildiği, iktidar sahiplerinin anayasaya aykırı olacak şekilde yargıya sürekli ayar verdiği bir yerde devletin hukuk devleti olduğunu iddia etmek hakikate takla attırmak olur.
1982 Anayasası'nın 3. maddesindeki "Türkiye Devleti, ülkesiyle ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir," düzenlemesi hiçbir anlam ifade etmemektedir. Başlangıç metnindeki muğlak bir cümleyi değiştirilmez bir madde haline getirmek ancak darbe yapanların sığ zihniyetiyle izah edilebilir.
Ayrıca soyut olan devletin dili olmaz. Bilindiği üzere aynı ülkede yaşayan insanların devletle olan ilişkilerinde kullandığı dil "resmi dil" olarak ifade edilir. Anayasalarda ihtiyaç duyulan diller resmi dil olarak kabul edilir.
1921 Anayasası yapılırken Birinci Meclis, anayasada değişmez maddeye ihtiyaç duymamıştır. İlk defa 1924 Anayasası'nda sadece "devlet şeklinin cumhuriyet olduğu" şeklindeki 1. maddenin 102. maddeyle değiştirilemez olduğu kabul edilmiştir.
1961 Anayasası da aynı yoldan gitmiş, sadece devlet şekli olarak kabul edilen cumhuriyetin (An. m.1) değiştirilemeyeceğini kabul etmiştir. (An. m. 9)
82 darbesini yapan generaller ise değişime kapalı, otoriter bir rejim hedeflediklerinden değiştirilemez maddeleri muğlak içeriklerle artırdılar.
CHP'nin darbeci generallerin değiştirilemez maddelerini şiddetle savunması ise tam bir umutsuz vaka.
Siyasi partiler bu açmazları aşarak "insan onuruna saygı"yı esas alan bir anayasa inşasının toplumdaki öncüsü olabilecekler mi?
Orhan Pamuk'tan Oya Baydar'a 147 yazardan Boğaziçi'ne destek Hakan Tahmaz'dan: Her yerde, her koşulda yaşatabilmek Büyük usta Genco Erkal’ın sanat hayatı belgesel oluyor Giorgitsamou'dan: Yolun yarısından sonrası Koronavirüs tedavisi gören ünlü sanatçı hayatını kaybetti