İnsan, sistemin kuşatmasıyla itaat altına alınırken yönetenlerin dayatması karşısında tinsel (=ruhsal ) olarak tükenmekte. Kimi aklın, kimi inancın fanatikliğinde kalbinin ve vicdanının sesini duymamakta.
Çitlerin, sınırların, bayrakların, marşların, toprak ve çıkar savaşlarının kalbimizi körelttiği bir dünyada tutunabileceğimiz bir dal var mı?
Edebiyatın deneme türünde eserler veren Ömer Faruk, çok önemli tezler öne sürdüğü Yarabıçak ve Başkası Adına Konuşmanın Haysiyetsizliği isimli kitaplarından sonra basılan Aşk ve Ereksiyon "Aşk’ı" isimli son kitabında üzerinde çokça düşünülmüş tezlerle ve cümlelerle, sinema ve şiirle âdeta dans ederek, sistem eleştirisiyle sahih Aşk'ı bir direniş odağı olarak anlatmakta.
Kitaptaki izlek, siyaset alanındaki hiyerarşik temsilin, en tepeden dayatılan düşünce ve ideolojilerin, yani düşüncenin düşünene hükmettiği vasatın ürettiği kültürün insanı yanılsamalara sürüklemekte olduğu, kendi bedenleri hakkında sahih bir algıya sahip olamayanların kötülüğe direnme imkânı taşıyan sahih bir aşk yaşamalarının mümkün bulunmadığı tezine dayanıyor.
Ömer Faruk, bedenimizin aslında toplumların, ideolojilerin, yönetimlerin el koyduğu bir gövde olduğu saptamasını yaparken, buna karşı direnişin amaç haline gelen aşkla mümkün olduğunu belirtmekte: "Sahih bir Aşk'ı dert edinen kişinin bedeninin, zihninin ve duygularının kapatıldığını fark etmesi, bu kapatılmanın dışına çıkmayı hedeflemesi beklenir."
Bu tespitten sonra insanın hedefe varması için ne yapması gerektiğine işaret eder: "Bedenimizle, düşündüklerimizle, duygularımızla bütünleşebilmemiz; kendimize sahip çıkabilmemiz; yetişkin (=sorumluluk alan, razı olan ve itiraz eden, etki eden ve etkilenen, kapasitesini bilen, bedel ödeyen, özür dileyen, aşkla çocuk yapan...) bir varlık olarak hayatımızı sürdürebilmemiz, içerisine doğduğumuz kimliği (istiyorsak!) imha etmemiz ve sonra (kendimizi) yeniden icat etmemize bağlıdır."
Yetişkin güçlü devletin yönetilenlerin çocuk kalmasını istediğini, yetişkinliği değil çocukluğu yeniden ve yeniden ürettiğini belirtirken Uluslararası Spinoza Ödülü sahibi Susan Neiman'ı referans gösterir:
Neiman, "Akıl çocukken dogmatiktir. Küçük çocuklar onlara sunulan her şeyi mutlak hakikatler olarak algılamaya meyillidirler," der ve devam eder. "Kültürünüzle gireceğiniz reşit bir ilişki, ebeveynlerinizle gireceğiniz reşit ilişkiden farksızdır."
Deleuze, insanı tür değiştirmekte olan bir hayvan olarak tanımlarken, Comte-Sponville bu sürecin tamamlanmadığına dikkat çeker.
Ömer Faruk bu sürecin en önemli aşamasının aşk olduğunu belirtirken tamamlayıcı cümleyi Abdülgaffar el Hayati'ye söyletir: "Kişi sevmeye başladığı zaman insanlaşmaya da başlar."
İnsanlık teknolojik olarak gelişirken, nükleer bombalar, biyolojik silahlar, uçak gemileri yaptı, uzaya gitmeyi becerdi, devasa gökdelenler dikti, görüntülü cep telefonları kullanmaya başladı derken anlamlı soruyu sorar:
Peki, "İnsanlık kadar köklü bir geçmişi olan Aşk ne durumda?" Ömer Faruk, Aşk'a odaklanırken Aşk'ın tenle, cinsellikle, evle, acıyla ve ölümle ilişkisini öncelemekte.
Ömer Faruk, Aşk kırışmış bir yüzde, cinsellik işlevi azalmış cinsel organlarda, düşük kalçada, sarkmış göğüste, saçları dökülmüş kafada yaşamaz mı? diye sorarken Micheal Haneke'nin Aşk filmi üzerinden ten ve bedenden çok, yüze odaklanır.
Haneke Aşk isimli filminde kamerasını 80'li yaşlarını süren Anne ve Georges'un yüzlerindeki derin çizgilere, gözlerindeki anlama ve mimiklere odaklar. Birbirlerinin yüzüne bakar, gülümser ve az konuşurlar. Söz niteliğine kavuşmuş, yüz artık en etkili çekim bölgesi haline gelmiştir. Söze gerek yoktur ve Aşk'ın philia olarak anlamı olan sevgi kırışıklıklara sinmiştir.
Edgar Morin, "...yüzümüz aşkın tüm bileşenlerini kendinde billurlaştırma imkânı verir," derken, Ergun Kocabıyık, Claude Levi-Strauss'tan aktarır: "Kırışıklık yüzün şeklini bozmaz, aksine onu tanımlar."
Kitabın referanslarından biri olan Roland Barthes'e göre önceden dinsel amaçlarla tasvir edilen beden, estetiğin laikleşmesiyle birlikte cinsel çekicilik edinerek soyunmuştur. Böylece beden hayatın merkezinde hem bir seyirlik nesnesine, hem de ölümsüzlük isteğinin sembolüne dönüşmüş durumda.
Bu durumda hangi bedeni sevmemiz gerektiği açıktır. Genç, ince ve ölümsüz bedenler. Artık ölümü unutma ve kendini sürekli genç olarak var etme çabasıdır sözkonusu olan.
Zygmunt Baugman'a göre bu çaba, sosyal medya ve teknoloji harikası araçlardan edindiği özgüvenle ölümü yok sayar. İçselliğin yerini kısa mesajlar, sözün yerini laf almıştır. Genç ve diri kalmanın kibirli özgüveni ölümü hayatın içinden çekmekte ve küçümsemekte. İnsanlar kendilerini "gençlik ırkçılığı" akımına kaptırmış durumda.
Alain Badio, aşk ile cinsellik arasındaki bağı kurar. Aşksız cinsel ilişkinin hep bir boşluk duygusuyla bittiğini belirtirken, Comte-Sponville bunu somutlaştırır: "Çiftleşmeden sonra her hayvan kederlidir."
Morin, sahih aşkı cinsel birleşmeden sonra ayakta kalmasıyla tanımlarken, aşksız arzunun birleşme sonrası gelen o ünlü hüzünle dağıldığını belirtir.
Ömer Faruk, hayvandan farklı olarak insanın öteki olanı kabul ederek, cinselliği parmak izi, ses tonu, gözbebeği ve yüz ifadesinden gelen doğal farkı erotizmle zenginleştirdiğini belirtmekte.
Kitapta Aşk, ev metaforu üzerinden de irdelenir. Modern hayatta ailenin sığınağı haline gelmiş ev neyi içermekte?
Henning Mankell, insanlar artık ev değil, saklanacak yerler yapıyorlar tespitini yapıyor. Abdülgaffar el Hayati evin tepeden bakan kibirli halini anlamlandırıyor: "Ağaçtan yüksek her bina hükmetmenin, kibrin, azametin, haysiyetsizliğin ve hayâsızlığın meydan okumasıdır."
Gaston Bachelard, evin, evde yaşayanın içselliğini besleyip beslemediği üzerinden evin içselliğiyle hayal gücünü kışkırtıp kışkırtmadığını irdeliyor.
Ömer Faruk, içsellik ve hayal gücünün şiir yazabilmemiz, beste yapabilmemiz, bir çiçeği fark edebilmemiz, sevgilimizi okşayabilmemiz ya da sevgi kapasitesi edinebilmemiz için beslenebileceğimiz kaynaklar olduğunu belirtiyor.
Ve devam ediyor: "İçselliği olan evlere kuşlar yuva yapar, sarmaşıklar duvarlarında yürür, rüzgâr evin bahçesine tohum taşır, kertenkeleler pencereden girer..."
Modernizmin yeni rafine hapishaneleri bedenimizi ve ruhumuzu tutsak eden çağdaş evler olmasın? Hayal gücümüzü televizyona kaptırarak kendimizi kilitlediğimiz, çelik kapılarla korumaya çalıştığımız tekinsizlik çağrıştıran evler.
Zygmunt Bauman, evle ilgili tespitini yapar: "Buralar, aşkın ve dostluğun paylaşılan teneffüs avlusu statüsünden bölgesel çarpışma alanlarına, birlik şantiyesinden tahkim edilmiş sığınaklar toplamına dönüşmüştür."
Sahih Aşk bizi içselliği olmayan evlerden Ömer Faruk'un deyişiyle sınırsız, devletsiz bir "yok-yer'e" (zamansız ve hiçbir yerde) taşıyor ve arkasından soru büyüyor: "İçselliği olmayan evlerde aşk birikir mi?"
Aşkın içeriğini herkes farklı bir şekilde doldurmakta. Nietzsche'ye göre aşk iyinin ve kötünün ötesine geçmektir. Adorno'ya göre aşk, farklı olanda benzerlik görme gücüdür.
Aşk ilişkisinde güç ve iktidar mücadelesinden kurtulabilmek için bir tarafın güçsüzlüğünü, yaralarını göstermesi gerekir. Ömer Faruk'un deyişiyle yaralarını göstermekten sakınan kişi ilişkiye başlayamaz bile. Çünkü güçsüzlüğümüzü sakladığımız sürece diğerinin bundan yararlanıp yararlanmayacağını bilemeyiz.
Adorno, aşkın sınandığı bu duruma ilişkin en etkili cümleyi kurar: "Sen güçsüzlüğünü gösterdiğinde, diğeri gücünü göstermek için bundan faydalanmıyorsa bil ki seviliyorsun."
İlişkiye böyle başladığında zor günler için de var olduğunu gösterirsin. Ömer Faruk'un söylemiyle yaşlılıkta ve hastalıkta, hapiste ve gurbette. Bu Aşk'ın zamana ve hayatın engellerine direnmesidir.
Badio'ya göre hayatı yeniden icat etmeyi amaçlayan Aşk'ın sabırlı ve inatçı olması uygun düşer. Çünkü Aşk'ın yeniden icat etmeyi de yeniden icat etmesi gerekir. Ve gerçek aşkı tanımlar: "Gerçek aşk uzamın, dünyanın ve zamanın yarattığı engelleri kalıcı bir biçimde, kimi zaman acı çekerek alt eden aşktır."
İçsellik kavramlarından biri olan "Acı", Aşk'ı besleyen en önemli duygu hissetme kapasitesiyle anlam kazanmakta. Sevginin biricikliği ve yoğunluğu sadece yoksunluğuyla ortaya çıkar ve bıraktığı acı ile hissedilir. Hayatın en çıplak gerçeği olan acıya razı olmayanlar, onu içselleştirmeyenler yas tutamaz ve onun yeniden doğurduğu Aşk'ı yaşayamazlar.
Badio, "acı çekmeden pekâlâ âşık olabilirsiniz" sloganını eleştirir. Nesnelere bağımlılık yaratmaya yönelik olarak kurulmuş tüketim toplumu Aşk'ı risksiz, tutkusuz ve zevkli cinsel ilişkiler boyutuna indirgeyerek tehdit altına almıştır.
Hayatta kalma itkisi katliamları, savaşları, zalimlikleri ve duygusuzlukları doğurur. Ömer Faruk kibirden, hırstan, zalimlikten kurtulmanın bir tek ölüme razı olmakla gerçekleşebileceğini belirterek, ölüme razı olanın başkasına da razı olacağı çıkarımını yapar.
Paz, insanoğlunun ölümle yüz yüze gelmek için bulduğu yanıtlardan birinin Aşk olduğunu belirtir ve tamamlar: "Aşk ile bizi öldüren zamandan bazen cennete, bazen cehenneme çevirdiğimiz birkaç saat çalarız. İkisinde de zaman genişler, bir ölçü olmaktan çıkar."
Hayatını bir sanat eseri gibi yaşamasını bilen sahici tin, ölüme Aşk gibi tinsel edimleri yaşayarak razı olmayı bilir.
Aşk, her türlü ideolojik dayatmayı ve nesne despotlarını reddedenlerin yaşayabilecekleri tinsel bir boyut. Tahakkümü meşrulaştıran, itaat altına sokmayı amaçlayan bütün yapı ve söylemlere karşı Aşk nesnelere bağımlılığa karşı koyabilecek, onun dışına çıkarak yeni bir dil ve dokunuşla zamana direnebilecek ve hayatı yeniden yaratabilecek bir imkân sunuyor.
Ömer Faruk kulağımıza fısıldıyor: "Kişi, edindiği Aşk kapasitesi kadardır."
Büyük usta Timur Selçuk hayatını kaybetti Ayşegül Ilgaz'dan: Konu: İlişkiler 7/66: "Fast Love" Mehmet Ferah ile söyleşi: Duygular öykücülüğün yapıtaşlarıdır Cevat Turan'dan: Siz kimsiniz ve fikri iktidar! Koronavirüs tedavisi gören ünlü sanatçı hayatını kaybetti