Ömer Faruk "Yarabıçak" isimli denemesinde, düşüncenin düşünene hükmetmesi ile düşünenin düşünceye hükmetmesi arasındaki gerilimi, Orhan Pamuk'un 'Benim Adım Kırmızı' isimli romanındaki Doğu minyatürü (nakkaş) ile Batı resminin (ressam) karşılaştırması üzerinden irdelemekte.

Minyatürde derinlik, üslup ve imza yoktur. Işığa yorum katan ve derinlik veren gölge kullanılmaz. Minyatür, "Allah'ın âlemi nasıl gördüğünü nakkaşın aramasıdır". Yaratıcı olan Allah'a eş bir yaratımı, resim yoluyla ortaya koymak günah olarak kabul edilir. Bu durumda artık düşünce düşünene hükmetmekte, nakkaş kendi gördüğü âlemi değil, Allah'ın gördüğü âlemi resmetmeye çalışmaktadır.

"Gölge", gerilimin ana ekseninde yer almakta. İnsanın var olduğu andan itibaren "gölge"si bulunmakta. "Gölge" insan varlığının ilk resmi olarak kültür öncesinden beri var. İmgenin esin kaynağı olan ışıkla birlikte siyah bir leke gibi gözüken "gölge" varlığını ışığa borçlu. Karanlıktan gelen gölge belirsizliktir, ele geçirilemez, ölçülemezdir.

Doğu’nun perspektifsiz=gölge'siz minyatür ile uğraştığı dönemde perspektif ve "gölge" kullanan Leonardo da Vinci, Michelangelo gibi İtalyan ressamları yaptıkları portrelerle resme benzersizlik, derinlik ve çeşitlilik katıyorlardı. Böylece sanatçı Allah'ın gördüğünü değil, kendi gördüğünü resmederken kendini, üslubunu ve eserini benzersiz kılıyor, yani düşünen olarak düşünceye hükmediyordu.

Ressam yaratan yaratıcı, etki edenken, nakkaş yaratılan yaratıcı ve etkilenendir. Varlık ışık tarafından görülebildiği oranda var olurken gölgesine kavuşur ve perspektifini edinir. Perspektif ise yaratıcılığın önünü açan en temel öğe.

Bu nedenle boşluktan imgeye, imgeden düşünceye, düşünceden nesneye ve iktidara uzanan sürecin ilk kırılma noktası boş bir sayfa, yani "Tabula rasa"dır. (Faruk - a.g.e.) Yaratan yaratıcı yerleşik düşünce ve itaatin dışına çıkarak kendini yeniden inşa edecektir.

Yabanıl olan insan varoluşunun kaynağını kendi "gölge"sinden vazgeçerek kendi dışında aramaya yönelmiş durumda. Tarımla başlayan yerleşiklik ve onun ürettiği düşünce bize itaati, kod'lar, kurallar, sınırlar içinde itirazsız bir boyun eğişi öğretmekte. Göçebe düşünce ise ucu açık bir deneyim içinde bizi itiraz ve ihlale götürür.

Göçebe düşünce, yersiz yurtsuzluğuyla sınırları aşarak, yerleşik olanı reddetme imkânını da taşıyarak, etkileşime açık bir şekilde oluşur. Faruk, göçebe düşünceyi şöyle açıklamakta: "Göçebe düşünce özünde geleneksel felsefedeki “doğruluk”, “aşkınlık” ve “tanrısallık”a karşı çıkmayı, ortak görülerle ters düşmeyi, genel geçer kabulleri çiğnemeyi gözeten bir düşünme imkânıdır.", "Düşünceden daha da önemli olan, ‘düşünmeye iten’ şeydir; filozoftan daha önemli olan, şairdir. Düşünmek yorumlamak, açıklamak, geliştirmek ve itiraz etmektir. Yaratma, düşüncenin kendisinden kendisini doğurmasıdır. Dikte edilene razı olmamak, deniz dibini merak etmekten vazgeçmemektir. Düşünmek eylemdir!"

İşte bu nedenle, göçebe düşünce yaratma sürecinde devletle ve iktidar odaklarıyla karşı karşıya gelir. Bilim, felsefe ve sanat alanlarında son derece akışkan niteliğiyle sürekli bir yaratım halindedir. Bunu yaparken ötekileştirilenlerle ve hayatla karşılaşmayı hedefler, yaralara dokunur, önceki yaratımları didikler, 'dil'i parçalar, bozar ve yeniden kurar.

Sınırlar çizen, kod’lar koyan, adlar veren bir medeniyetin barbarlığı ve vahşeti karşısında göçebe düşünce kaybolmayı göze alarak, haritasız, krokisiz çıkılan bir yolda en iyi dosttur. (Faruk - a.g.e.)

Oysa statükonun konforu bilinmeyenin çekiciliğine galebe çalar. Modern insanın denetim altındaki bildik hayatı bilinmez olana imkân tanımaz. Düzenli, denetimli, rutin hayat sıkıcıdır ve umutsuzluk üretir. Yerleşik bir düzende;  yurda, eve, eşyaya ve mekâna sahip olan kişi aynı zamanda kendini yarattığı kafeste hapsetmiş olur. Kafka, bir özdeyişinde, "Kafesin biri, bir kuş aramaya çıktı,” derken, Adorno, “Yerleşik adam imrenmeyle bakar göçebe varoluşa, yeni otlaklar peşinde koşanlara, boyalı yük arabası da yıldızların yolunu izleyen tekerlekli evdir onun gözünde," der. Dış özgürlüğün iç özgürlük olmadan yaşanmayacağı ise anlaşılır bir tespit. (Faruk - a.g.e.)

Faruk’un kitabında referans verdiği Michel Maffesoli, 'Göçebelik Üzerine – İnisiyatik Başıboşluk' isimli kitabında önemli tespitler yapıyor. Zamanımızın yabanileşmeye gebe olduğunu belirterek politikacıları, entelektüelleri yolculuğa çağırıyor ve alışkanlıklarımızdan sıyrılmaya, paralize edici kesinliklerden kurtulmaya, analitik yöntemlerimizi dogmatizmden ve engizisyonu çağrıştıran a-priori’lerden arındırmaya davet ediyor. İnsanın evcilleştirilmesinin sadece geçici olduğunu, toplumsal sözleşme fikrinin dayandığı profesyonel, ideolojik, kimliksel meskene bağlılık fikrinin zamanını doldurduğunu, yegâne bireyin yerine çoğul kişinin geçtiğini belirtiyor.

Akışkanlığın (dolaşımın) zincirleri ve sınırları siyasi, ideolojik, kültürel, kültsel her alanda durdurulamayacak şekilde yerle bir ettiğini belirtiyor. Maffesoli'ye göre bu ulusalcı, medeniyetçi, ideolojik, dinsel kod'lara sığmama ve özgürleşme halidir. İtirazcı, ihlalci ve yeninin taşıyıcısı olma hali yerleşik için bir bilinmezlik ve kurulu düzen için bir tehdit olarak algılanır.

İşte göçebe düşünce bu akışkanlık hali olup itiraz ve ihlali beraberinde getirir. Ancak bu ihlal yıkıcı değildir, şiddet barındırmaz ve çağrıştırmaz, aksine kurucu bir ihlaldir.

Faruk, bizi tam bir seçim noktasına getiriyor: Paranoyak köle mi, yoksa şizofren göçebe mi olmak? Ve devamla asıl soruyu soruyor: "Göçebe, yersiz yurtsuz, insanın içini yer edinmiş, insanın içine kurulmuş başka bir medeniyet mümkün müdür?"