"Bir yerde herkes birbirine benziyorsa; orada kimse yok demektir." (Michel Foucault)
Bütün yetkilerin merkezde, yani iç bölgede toplanması, otoriter rejimlere temel oluşturur. Bu durumda çoğulcu ve katılımcı demokrasinin en temel unsuru olan dikey güçler ayrılığı sözkonusu olmaz. Avrupa, bölgeler Avrupa'sı iken, Türkiye katıksız bir merkeziyetçi devlet olarak kaldı ve 200 yıldır merkezde aşırı yetki toplanması sorunu aşılamadı.
Atanmış vali ve kaymakamlar ve onların emrindeki memurlar üzerinden sömürge tipi bir idari vesayet sistemi uygulandığından, yerelde demokrasinin ve bireyin katılımcı bir yolla inşası mümkün olmadı.
Türkiye tek kişinin merkezdeki bütün yetkileri kullandığı bir sisteme geçince yatay güçler ayrılığı da ortadan kalkmış oldu. Kendi atadığı ve parlamentoya hesap vermeyen bakanlarla birlikte tek başına, güçlü bir şekilde kalan yürütmenin keyfiliğe kaçması kolaylaştı. Yasama organı işlevsizleştirilirken, yargı organı bağımsızlığını ve tarafsızlığını kaybetti, hukuk güvenliği yitirildi.
1961 Anayasası'nın kabulünden sonra yatay güçler ayrılığı tam olmasa da bir ölçüde uygulanırken, dikey güçler ayrılığı sorunu gündeme dahi gelmedi. Oysa bölgelere yetki devri meselesi (âdemimerkeziyet) Türkiye'nin demokratikleşmesinde öncelikli birincil mesele. Türkiye âdemimerkeziyetçi bir yapıya geçmedikçe çoğulcu, katılımcı, özgürlükçü, barışın ve huzurun güvencesi bir demokrasi inşa etmesi mümkün değil.
Hal böyleyken muhalefetin önemli bir bölümünü temsil eden altılı masada bu değişikliğe yatkın bir zihniyet var mı? Ya da bu konu tartışılıyor mu? Siyasetçisi bir yana, entelektüelinin bile zihninde yerel-bölgesel yönetimlere yetki devri belediye yetkilerinin artırılması olarak algılanmakta.
Belediyeler ile merkez arasındaki büyük boşluktan, bölgesel yönetim boşluğundan kimsenin haberi yokmuş gibi gözüküyor. Gerçek bir demokrasinin yolunun açılmasının ancak bölgelere yetki devriyle, bölgeye ilişkin kararların halkın kürsüsünde fikrini beyan edeceği parlamentolar tarafından alınmasıyla ve bunun sonucu bireyin demokrasi kültürü içinde yetişmesiyle doğrudan bağlantılı olduğu açık.
Dikey güçler ayrılığı iktidarın frenlenmesi konusuna çok önemli bir katkı yapmakta. Yasama, yürütme, yargı erkleri arasındaki klasik yatay ayrılık, ancak merkezi devletle bölgesel yapılar arasındaki dikey güçler ayrılığının sağlanmasıyla pekişmekte. Kuşkusuz merkezden bölgelere yetki devriyle egemenliğin paylaşılması, klasik güçler ayrılığından daha fazla denge ve denetleme mekanizması ve imkânı yaratmakta. (Cengiz Aktar, Ademimerkeziyet Elkitabı)
Aktar, dikey güçler ayrılığının yararlarını şöyle anlatıyor:
"Çok taraflı kontrol, karşılıklı itibar ve ortak akla erişmek için verilecek tavizler aşırı kararları bertaraf eder, en azından engeller. Âdemimerkeziyet bu anlamda dengeleyici ve dolayısıyla istikrarlaştırıcı etkiye sahiptir. Daha küçük siyasi birimlere bölünmüş bir yönetim, kamusal eylemi daha şeffaf ve anlaşılır kılar. Vatandaşın, yerindelik ilkesi uyarınca karar alma sürecine katılımını sağlar, kamusal eylemi sahiplenmesini kolaylaştırır. Ulusal düzlemdeki seçimlere ilaveten alt ölçeklerde yapılan her yerel seçim (bölge, belediye vs.) kamusal eylemin ardındaki temsiliyet, sahiplenme ve dolayısıyla meşruiyeti güçlendirir."
Özgürlükçü, katılımcı, çoğulcu bir demokrasinin gerçekleşmesi ve güçlenmesi erkler arası klasik yatay denge ve denetlemenin yanı sıra dikey denge ve denetlemenin sağlanmasıyla mümkün.
Türkiye, dünyada az görülür bir şekilde merkezden katı bir merkeziyetçilikle yönetilmekte. Kuşkusuz bu sistemden siyaset ve bürokrasi gayet memnun. Zaman zaman darbe yapan ve merkezi tekeline almış bir bürokrasi merkezin yetkilerini kullanıyor. Siyasetin güçlü olduğu durumlarda da parti içi demokrasinin bulunmadığı, lider kültüne dayalı iktidarlar merkezde yetkileri denetimsiz, keyfi olarak kullanmakta.
Peki merkez bu yetkileri ülke genelinde hangi araçlarla kullanıyor? Toplumun kılcallarına kadar yayılan koyu bir sömürge tipi idari vesayet örgütlenmesiyle. Merkezden atanan valiler ve kaymakamlar aracılığıyla. Böyle bir modelle iktidarın dengelenip denetlenmesi mümkün mü? Egemenliği katılımcı bir anlayışla halkla paylaşmadan otoriterliği engellemek mümkün değil.
Nitekim bugünlerde konser, festival gibi sanatla ilgili etkinliklerin aşırı merkeziyetçi ve hukuki denetimden uzak merkezdeki gücün talimatıyla ve aynı merkezin atadığı vali ve kaymakamlar aracılığıyla yasaklandığını görüyoruz.
Merkezdeki gücün meşru ve hukuki olmayan bir iradeyle hak ve özgürlükleri sınırlamasının anayasanın ihlali anlamına geldiği, sömürge tipi vesayet rejiminin idari amirlerinin ise bu iradeyi uygulayarak ihlal fiiline iştirak ettikleri açık. Çünkü konusu suç olan emir yerine getirilmez.
Bölgesel yönetimlerinin yetkili bulunduğu bir idari-siyasi yapılanmada yöneticilerin bu tür müdahaleleri fütursuzca yapmaları çok zor. Mülki amirlerin olmayacağı bir sistemde merkezdeki devletin topluma bu denli tasallut etmesi imkânı ortadan kalkarken, polis zora dayalı polisliği değil, bölge halkının hak ve özgürlüklerini çiğnemeden demokratik polislik yapmayı tercih edecek.
Ne yazık ki demokrasinin gerçekleşmesini engelleyen aşırı merkeziyetçilik sorunu bir demokrasi meselesi olarak değil, sadece Kürtlerin dile getirdiği ve ülkenin bölünmesine neden olacak bir sorun olarak algılanıyor ya da algılatılıyor. Oysa bu mesele, tam anlamıyla ülkenin demokratikleşmesiyle ilgili.
Türkiye siyaseti ve sivil toplumu, âdemimerkeziyet meselesinin çoklu ve katılımcı bir demokrasi için ne kadar hayati olduğunun henüz farkında değil. Kuşkusuz kadim bir merkeziyetçi algı dayanağının değişmesi kolay bir iş değil.
Cumhuriyet rejimi demokrasiyle taçlandırma becerisini gösteremedi, tekçi, yasakçı, dayatmacı ve ötekileştirici ideolojisiyle işbirliği-uzlaşma yolunu kapattı.
Bu nitelikteki bir cumhuriyetin yaratacağı alternatifin de demokrasi ve hukuk kalibresinin düşük olacağı açıktı. Kendisi derinleşen devlet merkeze geleni kendisine benzetirken, eşit yurttaş temeline dayalı bir cumhuriyet olma ve demokrasiye evrilme şansını da kaybetti.
Devam edeceğim.