31 Mart yerel seçimlerinin sonuçları CHP'ye önemli bir sorumluluk yüklemiş durumda. Sonuçlar; yoksulluk, yoksunluk, yolsuzluk, hukuksuzluk sarmalına sokulmuş toplum kesimlerinin açtığı bir umut kapısı olarak algılanmakta.

CHP, 100 yıllık serüveninde devlet partisi olarak tekçi ideolojiye dayanan rejimi orduyla birlikte koruma misyonuyla sosyal demokrat bir partiye dönüşme ikilemi içinde kaldı. İktidara gelmekten çok, kendini, iktidar olan sağ muhafazakâr partileri rejimin kırmızı çizgileri içinde tutmakla görevli gördü. Sosyal demokrat bir parti olmadığı halde siyasetin sol kanalını bloke etti.

AKP iktidarı kuruluş felsefesinden, parti programından ve nitelikli kadrolarından uzaklaştıkça rejimin bekçisi durumundaki MHP'nin kontrolüne girdi. Ancak CHP de uyguladığı politikalarla Cumhur İttifakı'na meşruiyet sağladı.

İşte gelinen bu noktada CHP durmadan 1930'lara referans vererek mi devam edecek, yoksa CHP'yi kadroları ve programıyla yenileyip toplumsal kesimlerin karşısına gerçek bir sosyal parti hüviyetinin ortaya koyacağı yeni bir vizyonla mı çıkacak?

Bu sorunun cevabını ararken partinin tarihsel süreç içindeki serüvenine bakmakta fayda var:

Mustafa Kemal bir meclis grubu oluşturduktan sonra Halk Fırkası'nın kurulmasına öncülük etti, Halk Fırkası 11 Eylül 1923 tarihinde resmen kuruldu. Halk Fırkası içinde muhalif düşünceler vardı ve bu durum meclis görüşmelerine de yansımaktaydı. Nitekim parti içindeki muhalif grup 17 Kasım 1924'te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nı kurdu. Halk Fırkası da Cumhuriyet Halk Fırkası adını aldı.

1925 tarihli Şeyh Sait Ayaklanması üzerine İsmet Paşa Hükümeti sert önlemlere yönelerek meclisten Takrir-i Sükûn Kanunu'nu çıkarttı. Böylece iktidara bağımlı, hukuka aykırı İstiklal Mahkemeleri'nin kurulması ile şiddet ve baskı dönemi başlatıldı.

Bunun dışında siyasal muhalefetin örgütlü gücü olan 6.5 aylık Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası 3 Haziran 1925 tarihinde sözkonusu kanuna dayanılarak Bakanlar Kurulu kararıyla kapatıldı. Böylece Türkiye 1925-1930 yılları arasında 5 yıllık muhalefetsiz ve otoriter bir rejimin uygulandığı bir döneme girdi.

1930 yılında Mustafa Kemal'in izniyle kurulan Serbest Fırka 3 ay gibi kısa bir sürede kendini feshetmek zorunda kaldı. Partinin kurucusu olan Fethi Okyar'ın hatıralarından anladığımıza göre Okyar'ın Ege gezisiyle Cumhuriyet Halk Fırkası'nın beklenmeyen çöküşü, halkın yeni partiye coşkulu ilgisi CHF'de büyük şaşkınlık ve kaygı yaratmıştı.

CHF çevreleri tarafından ileri sürülen görüş, şeriatçıların Serbest Fırka'ya sızdıkları, Okyar'ı da aşarak şeriat lehine kargaşa yaratıp başta Mustafa Kemal olmak üzere Cumhuriyet aleyhine tertip içine girdikleriydi.

İrtica iddialarını mecliste Dahiliye Vekili Şükrü Kaya dile getirmiş, ancak ne toplu gericilik eylemleriyle, ne de Mustafa Kemal ve Cumhuriyet aleyhine gösteriler ve tertiplerle ilgili hiçbir somut delil gösterememişti.

CHF'nin irtica isnatları süratle halkın desteğini kaybetmesinden kaynaklanan korku ve şaşkınlıktan doğuyor, irtica iddiası siyasi bir araç olarak kullanılıyordu (Osman Okyar & Mehmet Seyitdanlıoğlu, Fethi Okyar'ın Anıları).

CHF'nin ve İsmet İnönü'nün Mustafa Kemal'i Cumhuriyet'in ve laikliğin tehlikede bulunduğu, irticai hareketin kaygı verici boyutta olduğu gerekçeleriyle etkiledikleri açık. CHF İzmir'de örgütüyle, yayın organlarıyla, partili olan valisiyle halkın coşkusunu kullanır, güvenlik güçlerinin halka ateş açması sonucu ölüm ve yaralanmalar meydana gelir.

CHF'yi eleştiren Fethi Okyar'a karşı CHF'liler "Gazi'ye karşı çıkıyorsunuz?" diyerek karşılık veriyorlardı. Sonuç olarak Serbest Fırka denemesi kısa sürede başarısızlığa uğratıldı ve tek şefli ve tek partili otoriter rejim 1945 yılına kadar devam ettirildi.

1935'ten sonra parti ile devlet kaynaşarak iç içe girdi, parti devlet ile özdeşleşerek devletin partisi durumuna geldi. 1936'da Dahiliye Bakanı partinin genel sekreteri olurken, valiler de il başkanı yapıldı.

Memurların parti üyeliği yasağı uygulamada kaldırıldı, 1937'de partinin 6 ilkesi anayasaya sokuldu. Böylece parti siyasetin yapıldığı bir yer olmaktan çıktı, halkla olan ilişkisi tamamen kesilerek devletin ve hükümetin emrine girdi (Mete Tunçay, Eleştirel Tarih Yazıları; Bülent Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri).

Bu saptamalardan çıkan sonuca göre, siyasal otorite artık partide değil devlette, yani şeftedir. CHP ise bir devlet partisidir. Rejimin asıl karar merkezi "Ebedi Şef" Mustafa Kemal'dir. Daha sonra da İsmet İnönü "Milli Şef" olacaktır. Böylece rejim içinde Devlet Milleti, Parti Devleti, Şef de hepsini temsil etmektedir (Taha Parla, Türkiye'nin Siyasal Rejimi).

1945'te CHP parti içinden Recep Peker ve çevresinin oluşturduğu çoğunluğa rağmen iç ve dış dinamiklerin kesişmesiyle birlikte çok partili rejime geçmeyi tartışmaya başladı. Parti meclis grubuna parti içi demokrasinin kurulması isteğini öngören ve Bayar, Menderes, Koraltan ve Köprülü tarafından verilen "Dörtlü Takrir"in reddi üzerine gelişen olaylarla birlikte Demokrat Parti kuruldu.

Ülke, demokratik bir kültüre sahip olmayan siyaset kadrosu ve halk kesimleriyle birlikte çok partili rejime geçerken,  toplumun önemli bir çoğunluğu tek parti rejiminden memnun değildi. Ancak ikinci partiyi de demokrasi geleneğine sahip olmayan CHP içinden çıkan kadrolar kuracaktı.

1946'da yapılan şaibeli bir erken seçimle CHP iktidarını devam ettirdi, 14 Mayıs 1950'de yapılan seçimde ise iktidarı yitirdi. II. Meşrutiyet'ten beri siyasetle uğraşma tekelini elinde tutan egemen bir azınlığın dışında kalan bazı toplumsal sınıf ve tabakalar DP içinde örgütlenerek politika sahnesine çıktılar (Tunçay, a.g.y.). Böylece çevreyle ilişkisi olmayan bürokratik seçkinci CHP yenilgiye uğramış oldu..DP ise "Yeter! söz milletindir".sloganıyla çevreyi merkeze taşıma, halkın taleplerini siyasi alana getirme işlevini görmüş oluyordu.

Devam edeceğim.