"Cennetin duvarları ne kadar tahkim edilirse, cehennemin uçurumu da o kadar derinleşir." (Giorgio Agamben)

 

İki dünya savaşı, Soğuk Savaş dönemi, Ruanda Etnik Katliamı, Bangladeş 1975 Askeri Darbesi, Vietnam Savaşı ve ekonomik yıkım, Latin Amerika’da yaşanan krizler, Yugoslavya’nın dağılışı ve Srebrenitsa katliamı, Afganistan’ın hem Rusya hem de ABD tarafından işgali, Irak’ın işgali, İsrail’in Ortadoğu’da izlediği yıkım ve şiddete dayalı politikalar, Sabra ve Şatilla katliamları ve birden çok defa yaşanan Gazze katliamı... Son insanlık dramını Suriye’deki iç savaş nedeniyle göç etmek zorunda kalan insanlar yaşamakta. İç savaş üzerinden güç ve çıkar devşirmek isteyen güçlü devletlerin müdahalesi barışı imkânsız hale getirdi. Tüm yaşananlara Rusya'nın emperyal heveslerle Ukrayna’yı işgali sırasında yaşanan ölümler, göçler ve savrulmalar eklendi.

Bu tablo hayal kırıklıklarımızın sadece küçük bir bölümü. Beklentilerimiz ve gerçekleşen felaketler...

Savaşı politika aracı olarak meşru gören anlayış I. Dünya Savaşı’ndan sonra terk edilmişti. Paris Misakı olarak bilinen 27 Ağustos 1928 tarihli Kellog-Briand Paktı ile savaş, milli siyasetin bir aracı olmaktan çıkarılmış, tüm saldırı savaşları yasaklanmıştı. Nitekim bu Misak’a aykırı hareketler Nürnberg Mahkemesi'nde suç sayılmıştı.

Nürnberg Mahkemesi'nde önleyici savaş "ani, ezici, başka bir seçeneğe ve düşünceye zaman bırakmayan bir meşru müdafaa zorunluluğu" olarak tanımlandı. 24 Ekim 1945’te yürürlüğe giren Birleşmiş Milletler Antlaşması ile bu yasak pekiştirildi. ABD’nin Irak’ı işgali bu tanıma uymamaktaydı. İsrail de daha önce yaptığı katliamlarla meşru müdafaa sınırlarını aşan, orantısız ve hukuk meşruiyeti dışında güç kullanarak sivillere yönelik saldırılarda bulunmuş ve evrensel hukuku ihlal etmişti.

Ancak 7 Ekim’de Hamas’ın İsrail’e yönelik olarak sivillerin yaşadığı yerlere yaptığı roket saldırıları ve yol açtığı ölümler asla kabul edilemez. Sivillere yönelik katliamlar hiçbir amaç için meşrulaştırılamaz. Üstelik Hamas’ın bu eylemi Gazze’de sıkıştırılmış bir şekilde yaşayan sivillerin İsrail’in kullandığı orantısız güç kullanımı sonucu mağdur olmalarına, yaşam imkânlarının bulunmadığı yerlere sürülmelerine ve İsrail’in hâkimiyet alanını genişletmesine neden olmuş durumda.

İsrail devletinin, çoğunluğu çocuk, kadın, yaşlı insanları öldürüp, geri kalanları göç ettirerek soykırım sonucu doğuracak bir süpürme operasyonuyla kendi barışını kurmak istemesi, gücün barbarlığını ve tahakkümünü göstermekte.

ABD-İngiltere-İsrail’in oluşturduğu İmparatorluk hukuku Jürgen Habermas’ın deyişiyle "ateş ve kılıçla" yerleştirilmeye çalışılmakta. İşlenen insanlık suçlarının gerisinde yatan "imparatorluk hukukuna" ve "küresel siyasetin ahlak dışılığına" karşı nasıl mücadele edilecek? Ius contra bellum'u (savaşa karşı hukuku) canlandırmak ve orman kanunları yerine, hukuka dayalı kanunları getirmenin yol ve yöntemi nasıl olmalı?

Sorun ABD'nin ve İsrail'in sadece hukuk kurallarına karşı gelmesi değil, bunun ötesinde hukukun meşruiyetini oluşturan temel değerleri yok etmesi. Nitekim İsrail de Ortadoğu'da varlığını barış ekseninde hukuki güvence altına almak yerine, kendi hukukunu şiddet kullanarak egemen kılıp, gücün hukukunu taşıyıcı politikalar uyguluyor.

Hatta zaman zaman ABD, İsrail'e uyguladığı şiddetin hesabını soramamış, İsrail, ABD dış politikalarının oluşmasında etkili olabilmiştir. İsrail'in öteden beri yürüttüğü operasyonların nasıl bir hukuk ve insan dışılığı barındırdığı ortada. Ortadoğu'da bugün bir insanlık krizi yaşanıyor.

Bu insanlık krizinin ekonomik, sosyal, siyasi, kültürel, dini ve tarihsel boyutları bulunmakta. Bu kriz, "tahakkümcü barış" siyasetlerinin dayatmalarını beraberinde getirmekte. Irak'ta, Afganistan'da, Filistin'de yaşananlar bunu gösteriyor.

Pax Amerikana destekli barış süreci halkların iradesiyle çatışmakta. Terör kavramı temelinde her türlü şeytanlaştırma girişimine alkış tutan, tahakkümcü, hak ve özgürlüklere meşru olmayan sınırlar çizen, demokrasi ve hukuk tanımayan bir anlayış ve uygulama ile kalıcı bir barışa katkıda bulunulamayacağı ortada.

Savaşlarda kentlerin ve evlerin bombalanmasıyla, insanların toplama kamplarında işkenceler ve kıyımlarla son bulan bir yaşama mecbur edilmeleriyle ev güven içinde yaşanır bir yer olmaktan çıkmış, kullanılıp atılacak bir nesneye dönüşmüş durumda. Adorno'nun deyişiyle yerleşik ev geçmişte kalmıştır: "Kendi evimizi ev olarak görmemek, orada kendimizi evimizde hissetmemek ahlakın bir parçasıdır."

Abram De Swan 'Kitle Katliamları – Cinai Bölmeler' isimli kitabında savaşın bize yaptıklarını anlatıyor: "Savaş medeniyetsizleştirir; başkalarının duygularını anlayabilmeyi köreltir, duygusuzlaştırır; kişiyi acı çeken insanlar karşısında kayıtsız kalmaya ve bizzat soğukkanlılıkla, hatta coşkuyla bu tür acılar çektirmeye hazırlar."

Swan devam ediyor: "Savaş toplumsal imhada başvurulan, tekerrür eden bir metafordur. Savaş, sadece kitlesel cinayetleri kolaylaştırmakla kalmaz, aynı zamanda onların meşrulaştırılmalarına da yardımcı olur. Fiili bir savaş olmadığı zamanlarda bile, tek başına savaş metaforu düşmanın ortadan kaldırılmasını haklı çıkarmaya yarar."

Kanlı savaş geçmişine sahip yayılmacı devletler, silahlanmaya daha yatkındır ve savunması zayıf, örgütsüz "hasımlarına" karşı kolayca şiddet uygularlar. Silahlanarak ve savaşa hazırlanarak barışı sağlamak mümkün değil. Albert Einstein uyarıyor: "Aynı anda hem savaşı engelleyip hem de savaş hazırlığı içinde olamazsınız. Savaşı engellemek daha fazla inanç, cesaret ve azim gerektirir."

Viktor E. Frankl savaşın insanlık dışı sonuçlarını hatırlatarak uyanık olmamızı istiyor: "Auschwitz'den beridir insanın neler yapabileceğini biliyoruz. Hiroşima'dan bu yana ise neyin tehlikede olduğunu."

Dünyayı bir cehenneme çeviren bu tabloyu değiştirmek mümkün mü? İnsanlığın siyasetten bağımsız olarak silahlardan tamamen arındırılmış, doğaya uyumlu ve insani yeni bir dünyayı inşa etmek için mücadele etmesi gerekiyor. Dünyadaşlar "küresel kozmopolit demokrasi" zemininden hareket ederek bu hedefe yönelebilirler.

İnsan tek tipleşip, piyasa toplumunun gönüllü tüketicisi haline gelirken sınır çekme, duvar yapma ve savaşarak öldürme arzusunu cellada aktarmıştır: "Duvar yapan ve düzenli ordu kuran her devletli toplumsallık bir suç ortaklığı örgütlenmesidir." (Abdülgaffar el Hayati)

Savaş ya da yoksulluğun olduğu bir ülkeden kaçıp başka bir devletli toplumsallığa sığınanların, sınırları, duvarları zorlarken ölenlerin, sınırlara ulaşıp tecrit kampında tutulanların aslında gidecek bir başka yerleri yoktur.

Değişirken çelişkileri artan, çözülerek parçalanan, suç ortaklığına dayalı bir dünyada yaşıyoruz.

Küresel ölçekte adaletin, fırsat eşitliğinin ve hukukun bulunmadığı, siyasetin sistemin aparatı olduğu bir durumda yeryüzü tüm canlılar bakımından öngörülemez durumda.

"Yerkürenin suça bulaşması", "suçun küreselleşmesi" durumuyla mı karşı karşıyayız? (Zygmunt Bauman, Iskarta Hayatlar: Modernite ve Safraları)

Bu tablo karşısında alternatif bir dünya görüşü nasıl tasarlanabilir? İnsani bir uygarlığı amaçlarken, buna uygun yeni bir hukuk anlayışı nasıl evrenselleştirilebilir? Bugünkü cehennemi yaratanların değerlerini, gücün öne çıkmasına dayanan evrenselleştirmeyi reddederken, keşfetmemiz gereken uygarlıklar, kültürler ve değerlerden nasıl yararlanılabilir? Siyasetin ve siyasetçinin, hukukun ve hukukçunun, bilimin ve bilim insanının dışlandığı, entelektüellerin sözünün değer bulmadığı bir gezegende demokratik mücadele hangi zeminde, nasıl yürütülebilir? Ne yazık ki insanlık bu soruları sormaktan uzakta.

Evrensel hukukun geçerli olmadığı kriminal bir "Dünya Devleti"nden yeni bir başlangıç noktasına nasıl dönülecek, yerküreyi tahrip etmeden, dengelerini bozmadan, kaynaklarını eşit ve adil bir şekilde paylaşma imkânı sağlayacak yeni bir inşa nasıl gerçekleştirilecek?

Bu yapılanmanın zihniyeti, temelde silahlanmaya, silahların üretilmesine, savaşa, askeri güce, teknolojinin insanlığın yararı dışındaki alanlarda kullanılmasına, betonlaşmaya, doğanın enerji ve maden aramalarıyla tahribine, insan emeğinin sömürülmesine, insan hakları ihlallerine karşı olmalı.

Sorunun özü budur, ulus-üstü şirketlerin iktidarları yönlendirdiği bir realite karşısında da çözümü zordur. Ancak insanlık umudunu kaybetmemeli, bunu gerçekleştirme çabasından vazgeçmemeli.