Türkiye hiç yaşamadığı ölçüde hayati bir kavşağa gelmiş durumda. AKP’yi kendi parti programını çöpe attırmış ve siyasi rehin durumuna düşürmüş olan derin devlet zihniyetinin yarattığı çöküşle rejim tefessüh etmiş, hakikatin ve gücün tek temsilcisi kabul edilen tek adam yönetimiyle de faşizme eğilimli bir otokrasiye dönüşmüş durumda.

Türkiye coğrafyasında yaşayanlar seçimde kullanacakları oylarla ya ülkeyi bedeli çok ağır olacak dönülmesi zor bir yola sokacaklar, ya da en azından kötüye gidişi durduracak bir umut yolunu açık tutacaklar.

Kuşkusuz insanların huzur ve mutluluğunu çürümüş bir rejimi restore etmekle sağlamak mümkün değil. Yeni bir inşanın temeli ise toplulukların yeni bir toplumsal sözleşmede mutabık kalmalarıyla mümkün. Kürtleri, Alevileri, Ermenileri, Rumları, Yahudileri, Muhafazakârları, kadınları, cinsel tercihi farklı olanları, emekçileri dışlayarak bunu sağlamak imkânsız. O halde çatışmayı, gerilimi, savaşı, şiddeti besleyen, kodlarımıza işlenmiş bu hastalıklı zihniyetten ve temsilcilerinden kurtulmamız gerekmekte.

Her ülkenin tarihsel ve kültürel kodlarından gelen bir zihniyet yapısı bulunmakta. Mevcut zihniyet kalıbı; devletin ideolojik aygıtlarınca son derece istikrarlı ve kararlı olarak topluma ve kültürlere dayatılmakta.

Bu durum ideolojik yargılar, tarihsel mitler, kutsal inançlar ve dogmatik fikirlerin çatışma alanları olarak ortaya çıkmasına neden olmakta.

İdeolojik olması nedeniyle kapsayıcı olmayan, farklılıklara tahammülsüz ve dogmatik olması sonucu hukuk, özgürlük, adalet, barış ve insaniyet gibi değerleri dışlayıcı bir zihniyet ile karşı karşıyayız.

İttihatçılıkla zirveye ulaşan bu zihniyet iklimi halen baskıcı, güce ve şiddete dayalı hükümranlığını sürdürmeye çalışmakta.

Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinden günümüze kadar gelen devlet politikasını belirleyen zihniyet hiç değişmedi. Tanzimat ve Meşrutiyet’te Avrupa’nın güç dengelerini hesaba katarak yapılan kanuni düzenlemeler ve diplomatik kurnazlıklar ile çok boyutlu sorunları şiddete dayanarak çözme pratiği bir arada yürüdü. Osmanlı Devleti’nde yönetimin amacı devleti dönüştürmek olmayıp, çeteci, illegal, komplocu ve şiddete dayalı yöntemlerle statükoyu, imtiyazları ve çıkarları korumak oldu.

İttihatçı Türk milliyetçiliğinin derin devlet tahakkümündeki hali bugün de etnik bir karakter taşımakta.

Hiçbir topluma barış, özgürlük ve adalet getirmesi mümkün bulunmayan bu zihniyetin üreticisi ve taşıyıcısı olanlara karşı demokrasiyi ve hukukun üstünlüğünü savunan bir kısım insan her türlü riski göze alarak mücadele etmeye çalışmakta.

Yaşanan gerilimin nedeni budur.

Bu ülke bugüne kadar şairini, yazarını, az sayıdaki entelektüelini ya hapse atmış, ya öldürmüş, ya sürgüne göndermiş, ya da görmezden gelmiş, kendi beynini dağıtarak öncü gücünü yok etmiş, yalanlara sığınarak vicdanını köreltmiştir.

Parlamenter sistemden vazgeçip, yasama-yürütme-yargı arasındaki kontrol ve dengeyi altüst ederek, siyasi literatürde yer almayan antidemokratik bir partili cumhurbaşkanlığı sistemini uygulamaya sokan Cumhur İttifakı ve bileşenleri, tercihlerini savaş ve çatışma üzerine kurulu bir otokrasiden yana kullanmış durumdalar.

Ortaya çıkan bu durum AKP’yi kuruluş programından uzaklaştırıp yönünü saptırarak otokrasinin altyapısını oluşturma, muhalefeti ve eleştirel bütün düşünceleri yasaklama ve muhaliflerini siyasi suç icadı yoluyla tutuklayıp susturma noktasına getirdi.

Adil yargılanma hakkının yok edildiği, faili meçhul cinayetlerin ortaya çıkarılmadığı, kadınların ve çocukların cezaevlerine doldurulduğu, medeniyetsizlik işareti olan çok sayıda cezaevleri açılması olgusuyla övünüldüğü, hak ve özgürlüklerin kullanılamaz hale geldiği, yargısal denetimi olmayan KHK tasarruflarıyla işinden uzaklaştırılan yüz binlerce insanın mağdur edildiği bir kâbus hali yaşanmakta.

Adalet, özgürlük, insaniyet, etik, estetik gibi yüksek insani değerlerin yerlerde sürüklendiği, hukukun işlevini yitirdiği, gücün isteğinin ve keyfiliğinin kurmaca bir hukukla meşrulaştırılmaya çalışıldığı bir çöküş haliyle karşı karşıyayız.

Hukuksuzluğun ve adaletsizliğin kol gezdiği, açlığın, yoksulluğun ve şiddetin yaygınlaştığı, vicdanların sükût ettiği yerde zulüm var demektir.

Kendi iç barışını sağlayamayan, demokrasisini güçlendirmeyen, hukuku egemen kılmayan, adaletsizlik üzerine oturan bir devlet iktidarının ekonomide ve dış politikada başarılı olma ihtimali bulunmamakta.

Hukukun tüm evrensel ilkelerinin çiğnendiği, tapunun hukuki güvence sağlamadığı, mülkiyet hakkının özünün yok edildiği, müktesep hakkın geçerliliğini yitirdiği, hukuk güvenliğinin kimse için geçerli olmadığı bir yerde sermayenin kalıcı bir yatırım yapmayacağı, var olanın ülkeden gideceği yaşanan bir gerçek.

Zihniyet ikliminin yarattığı çıkmaz, toplumun hakikati görmesine, empati yapmasına, hukuk ve demokrasi bilincine sahip olmasına engel olmakta.

Türkiye toplumunun geleceği otokrasiyi savunanlara karşı demokrasiyi savunacak olanların ferasetine ve cesaretine bağlı.

Geçmişe dönük, kapsamlı ve her alanda yapılacak bir yüzleşme ile devletin hukuk, ahlak ve insaniyet dışı bu zihniyetin sahiplerinden arındırılması zorunlu.

Ayrıca bu zihniyeti üreten asker-sivil eğitim ve kültürün insanileştirilmesi ve demokratikleştirilmesi önemli.

Türkiye’nin yeni bir kurucu irade ile yeni bir kuruluş felsefesiyle ideolojik ve dogmatik yüklerinden kurtulması gerekmekte.

Bu yeni felsefe birlik içinde çokluğu ve farklılığı temel almalı, farklılıkları hukuk güvencesine sahip kılmalı.

Muhalefeti oluşturan siyasi ittifakların yeni anayasanın başlangıcında yer alacak tek cümleyi halka vaat etmeleri çok önemli:

“Anayasa insan onuruna saygıyı, doğayla uyumlu yaşamayı, hukukun üstünlüğünü ve mutluluk hakkını temel alır.”