17 ve 18. yüzyıllarda tarıma ve fetih gelirlerine dayalı ekonomik yapının çökmesiyle Osmanlı İmparatorluğu için duraklama ve gerileme başlamış, Osmanlı Devlet sisteminin dayandığı padişah-ulema-yeniçeri arasındaki uyum bozulmuş, hatta çatışmaya dönüşmüştü.
Büyük vezir ve memurların oluşturduğu "askeri cunta", padişah, sadrazam ya da vezir devirmede kullanılmaya başlanmıştı. Bu dönemde yalnız merkezi kurumlar çökmekle kalmamış, imparatorluğun siyasi bütünlüğü iki yönden tehdide uğramaya başlamıştı.
Bunlardan birincisi ayan denilen Osmanlı feodalitesinin halkı ezerek imparatorluğun bütünlüğünü sarsması, diğeri ise imparatorluk içindeki toplulukların uluslaşma sürecine girerek 19. yüzyıl başlarında siyasal-ulusal boyutta eylemlere başlamalarıydı. Tanzimat öncesi reformculuğun zirveye çıktığı II. Mahmut dönemi de bu tablonun üstüne oturmuştur (1808-1839).
II. Mahmut, toplumsal çalkantıların ve merkezdeki çözülmenin reformlarla atlatılabileceği inancını taşıyordu. II. Mahmut reformlar için öncelikle ortamı temizleme ve merkezi yeniden güçlendirme çabalarına girişti, işe ayanın ve merkezi askeri güçlerin oluşturduğu engelleri yıkmakla başladı.
Alemdar Mustafa Paşa ve Senedi İttifak engelini aşan II. Mahmut yerel egemen güçleri temsil eden ayanın ekonomik ve askeri dayanaklarını sarsacak uygulamalara girişti. Niyazi Berkes'in bunalımlara, otoriter ve merkezi yöntemlerle çözüm aramanın Osmanlı devlet geleneğinde bulunduğu yönündeki saptaması dikkat çekicidir.
Bu uygulamalar Genç Cumhuriyet tarafından aynen tevarüs edilmiştir. Sorunları talepleri olan kesimlerle yüzleşme-müzakere-uzlaşma-işbirliği çerçevesinde çözmek yerine güvenlik boyutuyla yaklaşıp inkâr, imha, tehcir ve tenkil yöntemleriyle bastırma devlet geleneği olarak bugüne kadar gelmiştir.
1808 yılında II. Mahmut başa geçtiğinde Kürt emirlikleri artık yarı bağımsız olmaktan çıkmış, tam iktidar sahibi derebeyleri haline gelmişlerdi. Hatta atanan valiler dahi merkezi dinlemiyorlardı.
Oysa Avrupa'nın izinden gitmeye kararlı II. Mahmut döneminde, merkeziyetçiliği güçlendiren ve doğrudan yönetimi sağlamayı amaçlayan askeri ve idari reformlara start verilecekti. Bu siyasetin kaçınılmaz sonucu, merkez ile derebeyleri arasında çatışmaydı.
II. Mahmut'un merkezileştirme girişimlerine ilk karşı çıkış Soran Emiri Mir Muhammed (Kör Mir)'den geldi. Bu karşı koyuş neticesinde, başta merkezi otoritenin verdiği ödünle Rewanduz Valisi olan Mir Muhammed, daha sonra emirliğiyle birlikte ortadan kaldırıldı.
Daha meşhur ve belirleyici bir diğer örnek ise Bedirhan Bey'di. 1821 yılında Bedirhan Bey, yönetilmesi güç bir aşiretler konfederasyonu olan Botan Emirliği'nin miri oldu. Miran reisi İbrahim Ağa'yı vergi vermediği için öldürdü. Aşiretler arası savaşta çok sayıda insan hayatını kaybetti.
Sonuçta Bedirhan Bey döneminde Botan Emirliği'nde asayiş büyük oranda sağlandı. Yaşam ve mülkiyet hakları korunmaya başlandı. Ancak Botan miri güçlendikçe merkezin istemlerini reddetmeye de başlayacaktı. Hatta denilebilir ki bölge fiilen Bedirhan Bey'in denetimi altına girmişti. Nitekim Osmanlı-Rus savaşına aşiret askerlerini göndermeye yanaşmadı.
Fakat Bedirhan Bey'in tek endişesi, merkezi otorite değildi. Kürt egemenliğinden kurtulma ümidi içinde olan Hıristiyan Nasturiler, İngiliz ve Amerikalıların desteğiyle Bedirhan Bey'e karşı çıkışa hazırlanıyorlardı.
Sonunda beklenen oldu ve yıllık haracı ödememeleri üzerine Bedirhan Bey'in Nasturi katliamına girişmesi Batı'yı ayağa kaldırdı. Katliamın önlenmesi ve mirin cezalandırılması istendi. Bu dış talebi kendi merkezileştirme siyaseti noktasında bir fırsat olarak gören Osmanlı, güçlü bir ordu göndererek Bedirhan'ın teslim olmasını sağladı. Sonuçta Botan mirsiz kaldı.
Böylece Kürt emirliklerinin devlet benzeri örgütlenmelerinin sonuna gelinmiş oldu. Sonrasında sözkonusu yapılar çok daha basit toplumsal ve siyasi biçimlere gerileyeceklerdi. Devlet merkezi gücünü ne kadar artırırsa, aşiretler de o kadar küçülüyor, yapıları basitleşiyordu. Mirlerin ardından merkez, bu yerlere valiler atadı. Mirler döneminde bölgede var olan can ve mal güvenliği sağlanamaz oldu.
Mirlerin yerine atanan valiler halkın nezdinde meşru sayılmıyorlardı. Valilerin aşiretler arası çatışmaları çözebilecek yetenek ve güçleri yoktu. Geçmişte mirler, aşiretler arası çatışmaların halledilmesi noktasında katı ve acımasız yöntemler uyguluyorlardı ama bunlar, halk nezdinde kabul edilir çözümlerdi. Artık benzer bir çözümü sağlayacak meşruiyete sahip bir yönetici güç kalmamıştı.
Bu koşullar sonucu şeyhler hızla politik önder rolünü üstlenerek bu çatışmalara çözüm getirmeye başladılar. Kısa sürede şeyhlerin otoritesi aşiret sınırlarını aşarak onları politik önderler haline getirdi. Ancak onlar da aşiretler arası çelişkileri otoritelerini güçlendirmek için kullanır oldular.
Abdülmecid'in 1858 yılında çıkardığı Arazi Kanunnamesi (Toprak Yasası) Kürdistan'ın sosyal ve ekonomik örgütlenmesini büyük ölçüde etkileyecekti. Bu yasa ve diğer reformlarla amaçlanan aşiret yapılarının çözülmesiydi. Ancak uygulamada bu amaca ulaşılamayacaktı.
Kanunname sonrası ağalar, şeyhler, tüccarlar, yüksek memurlar büyük arazileri kendi adlarına kaydettirdiler. Ortaya kentlerde yaşayan toprak beyleri çıktı. Bunlara ilaveten birçok ağa da toprak beyi oldu. Aşiret üyelerinin payına ise kiracı-ortakçı olmak düştü. Toprağı işleyenler geleneksel haklarını yitirirken zamanla ücretli toprak emekçisi haline geldiler. Toprak yasasının bir diğer neticesi de, politik güce kavuşan şeyhlerin geniş topraklar elde etmesiydi.
Şeyhler böylece zengin toprak ağaları haline gelecek, politik güçlerini daha da artıracak ve milli duyguların odağı haline geleceklerdi. Sonuç itibariyle merkezin doğrudan yönetimi arzu edildiği şekilde gerçekleşememiş ve imparatorluk yerel güçlü aşiret reisleri vasıtasıyla dolaylı yoldan yönetime geri dönmüştü.
Abdülhamit 1891'de Ermeni ve Ruslara karşı koyabilmek, bunun yanında Kürt aşiretlerini bölerek güç dengelerini değiştirmek amacıyla Hamidiye alaylarını kurdu. Bunun için, aşiret reislerinin yönetiminde bir aşiret milisi oluşturuldu. Aşiret reisleri subay yapılarak, yeni yetkilerle donatıldılar.
Abdülhamit ücretli ve yüksek prestijli bir iş olanağı sağlayıp, baskın ve yağma hakkı tanıyarak belli Kürt aşiretlerini kendisine bağlamıştı. Bu olanaklardan yararlanan Kürtler, Abdülhamit'e Bava Kürdan (Kürtlerin Babası) diyorlardı. Bunun tahmin edilebilir bir sonucu, sisteme dahil olan aşiret reislerinin gücünün artmasıydı.
Diğerlerine göre güçlenen aşiretler, bölgedeki güç dengesini değiştirdiler. Değişen güç dengesi aşiretler arası çatışmalara ivme kazandırdı. Denilebilir ki merkezin yeni siyaseti, bir ölçüde başarılı olmuştu, çünkü bu siyaset sonucu arzu edilen amaçlardan biri (Ermeni faaliyetlerini bastırmanın yanı sıra) aşiretler arası çatışmalardan yararlanarak merkezi yönetime karşı aşiretlerin birleşmelerini önlemekti.
1908'de Abdülhamit'in devrilmesiyle Hamidiye alayları dağıtıldı. Ancak Kürt aşiret birlikleri sınırlarda ordunun tamamlayıcısı olarak öngörüldü ve Hamidiye benzeri milis örgütlenmeleri oluşturulmaya devam edildi. Bu milisler Balkan Savaşı'na, I. Dünya Savaşı'na ve Kurtuluş Savaşı'na katıldılar. Bu milislerin komutanları arasından, 1923 yılında Kürt Milliyetçi Partisi Azadi'nin (Özgürlük) üyeleri çıkacaktı.
I. Dünya Savaşı sonunda Batılı güçler bağımsız bir Kürt devleti vaat etmiş olmalarına rağmen Kürdistan'ın paylaşılması yoluna gidildi. Türkiye, Irak ve Suriye'nin sınırlarının aşiretlerin arazilerinin ortasından geçmesi arazilerin bölünmesine yol açtı. Göçerler yerleşik düzene geçti. Kışlık ve otlaklar yetmemeye başladı. Bu koşullar altında bölgede yeni bir de meslek doğdu: Kaçakçılık.
KAYNAKÇA
Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye'nin Tarihi, İletişim, İstanbul, 2013
François Georgeon, Sultan Abdülhamit, İletişim, İstanbul, 2012
Fuat Dündar, Modern Türkiye’nin Şifresi, İletişim, İstanbul, 2008
Martin Von Bruinessen, Ağa, Şeyh, Devlet, çev. Banu Yalkut, İletişim, İstanbul, 2003
Mehmet Emin Bozarslan, İslamiyet Açısından Şeyhlik, Ağalık, Toplum Yayınları, Ankara, 1964
Ümit Kardaş, Demokrasi ve Hukuk Krizi, İletişim, İstanbul, 2010