Önemli tarihi şahsiyetleri sevme zorunluluğu bulunmamakta. Bizde ideolojik zihniyetlere göre tarihi figürler kült haline getirilirken, çatışma ve gerilimler bu kişiler üzerinden şiddetlenmekte. Bu durum, tarihi kişiliklerin uyguladıkları politikaların objektif olarak artıları ve eksileriyle tartışılmasına imkân vermemekte.

Osmanlı İmparatorluğu ve modern Türkiye tarihi üzerinde çalışmalarıyla tanınan Fransız araştırmacı François Georgeon, sevenlerince "Ulu Hakan", nefret edenlerce "Kızıl Sultan" olarak nitelenmiş önemli bir tarihi şahsiyet olan II. Abdülhamid hakkında yazdığı biyografiyle zor bir işi başarmış.

Çünkü Abdülhamid, tahta çıktığı 33 yaşına kadar korku içinde gölgede kalmış, sultan olduktan sonra da yine korkuyla kendini Yıldız Sarayı'na hapsetmişti. Fransızca yayımlanan hatıraları, gizlenen Abdülhamid'in bir ölçüde izlenmesine imkân vermiş durumda. Georgeon'un söylemiyle, gizlenmiş bir sultanı tarih sahnesinin en önüne çekip çıkarmak kolay değil.

İmparatorluğun "hasta adam" olarak nitelendiği bir dönemde ve en olumsuz koşullarda padişah olan Abdülhamid, işe Tanzimat'ın sarstığı padişahlık kurumunu yeniden kadir-i mutlak hale getirerek başladı. Mutlakıyetin merkezi, yaşadığı muhkem Yıldız Sarayı oldu.

Abdülhamid, Meclis'in (Heyet-i Ayan), Rus Savaşı sırasındaki askeri başarısızlığı ve yolsuzluk iddialarını sorgulamasını tehlike olarak görüp parlamentoyu tatil etmiş, Tanzimat ile oluşmuş bürokrasiyi kontrolü altına alıp kadir-i mutlak bir egemen olarak hüküm sürmeye başlamıştı. Yıldız Sarayı'nda bir kontrol bağımlısı olarak hem merkezi daraltarak güçlendiriyor, hem de iktidarı mutlaklaştırıyordu.

Abdülhamid taraftarlarının parlamentoyu kapatarak istibdat rejimini meşrulaştırmak için kullandıkları "o dönemde demokrasi hiçbir yerde yoktu" çıkarımı yerinde değil.

Çünkü Batı'da siyasi iktidarın sınırını belirlemek daha önce başlamıştı. 1789 devrimiyle hukuk önünde eşitlik, 1848 devrimiyle de ekonomik eşitlik ilkeleri yaşama geçmişti. Oysa Osmanlı İmparatorluğu'nda insan hakları doktrini 19'uncu yüzyılın ortalarına doğru kendini duyurmaya başladı. Batı 1830 ve 1848 devrimleriyle anayasacılıkta ikinci dalga dönemini yaşıyordu (1831 Belçika, 1848 Fransa ve İtalya, 1850 Prusya anayasaları).

İmparatorluğun Meşrutiyet'e geçişinde Batılı devletlerin rolü olduğu kadar, Balkan Anayasacılığı'nın da etkisi oldu. Romanya (Eflak-Boğdan Özerk Prenslikleri) 1834'te bir anayasal belgeyle seçime dayalı bir sisteme geçti. Sırbistan (özerk prenslik) 1869'da ilk anayasasını yaptı. Yunanistan'da anayasal yaşam genç Yunan burjuvazisinin önderliğinde 1844 Anayasası ile başladı, 1864 Anayasası ile de parlamenter rejime geçildi.

İmparatorluk, insan hakları ve parlamenter rejim bakımından bırakın Batı'yı, kendine bağlı prensliklerin dahi gerisinde kalmıştı. Bu nedenle Abdülhamid'in parlamentoyu tatil etmesi ve sıkı bir baskıcı rejim kurması, tam anlamıyla bir gerilemeyi ifade ediyordu.

Abdülhamid, hilafeti birleştirici ve Müslümanları birbirlerine yakınlaştırıcı güç olarak kullanırken, ideolojik vurguyu din üzerinden yaptı. İktidarını ise merkezin Batılılaşmış seçkinleri yerine, taşra ayan ve eşrafına dayandırdı.

Merkeze bağlı vilayetlerde ilkesel olarak katı ama yerel uygulamalarda esneklik gösterir bir siyaset izlerken, dış politikada dengeler içinde hareket etmeye çalıştı. Tanzimat devrinin müttefikleri olan İngiltere ve Fransa'dan çok, Almanya'yı öne çıkardı. Onlarla demiryolları inşa edilmesini sağladı. İmparatorluğun korunmasına ve kalkınmasına yönelik bir projeyi hayata geçirmeye çalışıyordu.

Yargıda, orduda ve maarifte modernleşmeye yönelik çabalara girişti. Bu anlamda İmparatorluğu modern bir devlet haline getirmek istiyordu. Ancak bu kurumlardan yetişen kuşaklar rejimin muhalif kadrolarını oluşturdular. Abdülhamid'i devirerek II. Meşrutiyet'e giden yolu açtılar.

Modernleştirmeyle birlikte İmparatorluğu büyük bir İslam gücü haline getirme hedefi Georgeon'un deyişiyle bir insanın sınırlarını aşıyordu. Ve yine onun sorusuyla "ama sonuç olarak kendisini Yıldız Sarayı'nın içinde yalnızlığa mahkûm eden o değil miydi?"

Müslümanlık toplumun harcı olacaksa Osmanlı çoğulculuğu ne olacaktı? Gayrimüslimler himaye altında, yerlerinden oynamamaları koşuluyla hoşgörü göreceklerdi. Ancak milliyetçi hareketlerin alabildiğine öne çıktığı bir dönemde Ermeni milliyetçiliği çok sert bir şekilde acımasızca bastırılınca ve uygulanabilir bir azınlık statüsü geliştirilemeyince başarısızlık mukadder oldu.

Abdülhamid, silik ve itaatkâr Cevad Paşa'yı Sadrazam yaparak Babıâli’yi devreden çıkardı, Yıldız'da incelenen evrakın sayısıyla birlikte mabeyn kâtiplerinin sayısı arttı. Taşra yöneticileri, şifreli haberleşme yoluyla nazırları aradan çıkararak doğrudan Saray'la iletişim kurmaya başladılar.

1890'da Saray, iktidarı kendi tekeline alır ve iktidar Abdülhamid'in şahsında tecessüm eder. Artık Abdülhamid, her şeyi bizzat denetleme saplantısına girmiştir. Basın ve matbuat üzerindeki sansür ağırlaşır. 1893'te göreve başlayan kadılar, 1894'te tüm memurlar padişaha bağlılık yemini etmeye başlarlar. Fransa'nın İstanbul sefiri Paul Cambon, 1895'te "sultan her şeyi kendi içinde eritmiş" tespitini yapar.

Bu arada Rus Çarı III. Aleksandır'ın mutlakıyetçi yönetimi ve özellikle Ortodoksluk politikaları Abdülhamid'i etkiler. Çar ordusundaki Kazak birliklerini örnek alarak Kürt Süvari (Hamidiye) Alaylarını kurar.

Abdülhamid 1891'de,  Kürt aşiretlerini bölerek güç dengelerini değiştirmek, Rus işgaline ve hak taleplerinde bulunan Ermenilere karşı kullanmak amacıyla Hamidiye alaylarını kurdu. Aşiret reislerinin yönetiminde bir aşiret milisi oluşturuldu. Aşiret reisleri subay yapılarak yeni yetkilerle donatıldılar.

Abdülhamid ücretli ve yüksek prestijli bir iş olanağı sağlayıp baskın ve yağma hakkı tanıyarak belli Kürt aşiretlerini kendisine bağlamıştı. Bu olanaklardan yararlanan Kürtler, Abdülhamid'e "Bava Kürdan" ("Kürtlerin babası") diyorlardı. Bunun tahmin edilebilir bir sonucu, sisteme dahil olan aşiret reislerinin gücünün artmasıydı.

Her tarihi şahsiyet gibi Abdülhamid de tek bir nitelemeyle açıklanamaz. Mutlakıyetçi, otoriter, aşırı kontrolcü ve vehimli, ama bunun yanında ıslahatlar yaparak İmparatorluğu modernleştirmeye, hassas dengeler içinde İmparatorluğu bir arada tutmaya ve İslam gücü haline getirmeye çalışan bir padişah.

Georgeon'un kitabında yaptığı ve benim de katıldığım tespit, 19. Yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu ile Türkiye Cumhuriyeti arasında var olan gizlenmiş sürekliliklerdi. Osmanlı'nın otoriter geleneği ve siyasi kültürü modern unsurlarla karışarak II. Mahmut'tan başlayarak Abdülhamid çizgisiyle devam etmiş, 1924'ten sonra da aynı merkeziyetçilik ve otoriterlik Mustafa Kemal ile yeni devletin temeli olmuştur. Recep Tayyip Erdoğan'ın izlediği yöntem ve politikalar bu çizginin henüz aşılamadığını göstermekte.