18. yüzyılın başına kadar Osmanlılar askeri teknoloji, tıp, coğrafya gibi alanlar dışında Batı etkisine kapalıydılar. 18. yüzyıl süresince Batı'nın Osmanlı'nın kültür alanındaki etkisi artacaktı. Bu etki, Osmanlının büyük bir medeniyet içinde yer aldığı hissini zayıflatmaktaydı.
Batı'nın üstünlüğü Osmanlı elitinin zihin dünyasına yerleşmeye başlamıştı. Bu üstünlük önceleri teknolojik anlamda etkiliyken, 19. yüzyılın ortalarından itibaren hukuki, sosyal ve estetik alanlara da sirayet edecekti. Bu yüzyıl boyunca askeri, siyasi ve fikri alanındaki gerilemeler, Müslümanların kendilerine güven hissini zedeledi. Müslümanlar artık dini inançları nedeniyle de savunmada kalacaklardı.
Artık İmparatorlukta iki düşünce çatışmaktadır. Birinci düşünce gelenekten koparak, Batı'yı bir medeniyet olarak benimsemeyi öne sürer. İkinci düşünce ise Müslüman kalarak, gelenek korunarak, Batı'nın üstün yanlarını alıp bir senteze ulaşmak gerektiğini savunur.
İkinci görüş Arapça konuşan halklar arasında Cemaleddin Afgani ve Reşit Rıza tarafından savunulur. Bu görüşün Osmanlı'daki sembol ismi Namık Kemal olur. Bu düşünceye göre fıkıh usulü işletilip kaynaklar yeni ihtiyaçlara göre yorumlandığında, şer'i hukuk bütün ihtiyaçları karşılayacaktır.
Zaman içinde birinci görüş ağırlık kazanarak ceza hukuku, anayasa hukuku, ticaret hukuku gibi temel kanunlar Batı'dan tercüme edilerek oluşturulur. Ancak medeni hukuk alanında Müslüman âlemindeki ilk kodifikasyon olan Mecelle istisna olarak ortaya çıkarılır.
II. Abdülhamit, Müslümanlar arasında bütünlüğü sağlamak için 1878 sonrası İslamcılığı bir devlet politikası haline getirir ve İslam'ı merkezde resmileştirir. Din merkezde araçsallaşırken, pozitivist felsefe II. Abdülhamit'in modernleştirdiği kurumlar aracılığıyla, özellikle askeri ve sivil bürokrasi, yani öğretmenler, hekimler, askerler ve mühendisler eliyle güç kazanmaya başlar.
II. Meşrutiyet'ten "Cumhuriyet"e giden süreçte artık Batı'nın üstünlüğü kendisini pozitivist felsefeyle yetişmiş Osmanlı kadrolarıyla belli etmeye başlar. Bu, oryantalizme kayışı da birlikte getirir.
İslamcı düşünürler sadece Osmanlı'nın Batı karşısında siyasi, ekonomik ve entelektüel güçsüzlüğüyle değil, pozitivist-materyalist bir dünya görüşüyle de mücadele etmek zorunda kalacaklardır.
Namık Kemal'in öncülüğünü yaptığı İslam'ı reforma tabi tutarak değişime cevap verecek hale getirmeye çalışan bağdaştırıcı anlayış, İttihat ve Terakki'nin ideologu ve Türkçülüğün fikir babası Ziya Gökalp ile yeniden gündeme gelir.
Gökalp'in "içtimai usul-ı fıkıh" adını verdiği tezi kültürel ve politik modernleşme ile fıkıh arasındaki gerilimleri uzlaştırmayı amaçlar. Bu görüşü 1918-1922 yılları arasında faaliyet gösteren ve dönemin önemli İslamcı öznelerini barındıran Dar-ül Hikmet-i İslamiye de savunur.
Cumhuriyet ile birlikte bağdaştırıcı anlayış terk edilecek, gelenekle olan bağ tamamen koparılacaktır. Bu süreci en güzel anlatabilecek örneklerden biri de Medeni Kanunun tartışılıp kabul edilmesi sürecidir.
İsviçre Medeni Kanunu örnek alınarak hazırlanan Medeni Kanun bir bütün halinde müzakere edilip 17 Şubat 1926'da kabul edilerek, 4 Ekim 1926'da yürürlüğe girdi. Borçlar Kanunu İsviçre'den, Ticaret Kanunu Almanya ve İtalya'dan, Ceza Kanunu İtalya'dan alındı. Batı'dan resepsiyon yoluyla alınan kanunlarla hukuk sistemi tamamen yenilendi. Böylece hukuk alanında da gelenekle olan bağ koparıldı.
Artık din kurumu da toplumsal hayatta baskılanacak, ancak dinin merkezde araçsallaştırılması geleneği devam edecekti. Diyanet İşleri Başkanlığı eliyle din, devletin istediği içerikte ve ölçüde deforme edilecekti. Bu durum dahi başlı başına laiklik iddiasının gerçek olmadığının ispatıydı.
İttihat ve Terakki'den itibaren gelinen noktada artık Türk etnik kimliğinin ön plana çıktığı ve buna sınırlarını devletin belirlediği İslam'ın eklemlendiği bir Türk-İslam sentezi modeline geçiliyordu. Bu modelde ne Türkler ne Kürtler, ne Müslümanlar ne Aleviler, ne modern laikler ne de Gayrimüslimler huzur bulabildiler.
1950'lere gelindiğinde artık II. Meşrutiyet döneminin İslamcı düşünürleri hayatta değildi. Ortaya çıkan boşluk nedeniyle arkalarında geçmiş tartışmalarla bağı olan takipçi bir kuşak da bulunmamaktaydı.
Böylece İslamcı düşüncenin kendi içindeki farklılıkları da yok olmuş, entelektüel alan da çoraklaşmıştı. Yetişen İslamcı düşünürler de içselleştirdikleri Batı paradigması içinden konuşuyorlardı.
Bu koşullara rağmen, rejime direnebilen ve gelenekle bağını devam ettirebilen hareketler ortaya çıkacaktır. Bunlardan birincisi Isparta'da gizlice örgütlenip yazıcı ağı oluşturan ve bunu ülkenin her yanına yaymayı başaran Said Nursi'nin oluşturduğu Nurculuk hareketidir.
İkinci hareket ise kısa sürede Osmanlı coğrafyasında hâkim tarikat haline gelmiş olan Nakşibendiliktir. Üçüncü çizgi ise Abdülhamit'in "resmi İslam" düşüncesinin bir uzantısı olan Diyanet İslamı'dır.
Sözkonusu hareketler 1970'li yıllarda örgütlenmelerini tamamladılar. Diyanet Vakfı 1975'te kurulurken, 2016 yılında silahlı terör örgütü olarak nitelendirilecek Fethullah Gülen hareketi, 70'lerin sonuna doğru bağımsız bir Nurcu örgütlenme olarak ortaya çıkar ve bu örgütlenmeyi sadece Türkiye'de değil, dünya üzerinde de okullar vasıtasıyla genişletmeye başlar.
Kurucuları taşra kökenli olan ve Osmanlı tecrübesiyle fazla bağlantıları olmayan yeni kuşak İslamcılar da 26 Ocak 1970'te Milli Görüş ismi altında tarih sahnesine çıkarlar. Devlet değil toplum merkezli olma durumu, aslında Milli Görüş Hareketi'nin köklerini oluşturan Halidi Nakşibendiliğin de bir özelliğidir.
Oysaki Milli Görüş çizgisi, 70'lerin başından itibaren, tam tersi bir noktaya savrularak Mısır ve Pakistan'da geliştirilen devletin toplumu İslamileştirmesi tezinin takipçisi olur.
Ne Milli Görüş çizgisi ne de Gülen hareketi, kutsal-devlet kavramından Nursi kadar uzak durabilmişlerdir. Bunun arkasında yatan tarihi bir sebep olarak Sünni İslam'daki ve Osmanlı'daki "güçlü devlet" vurgusu dikkate değerdir. Bu nedenle Gülen Cemaati devlet içinde etkili olurken siyasi iktidarla güç çatışmasına girmiştir.
Said Nursi devleti ele geçirmenin ve toplumu tepeden İslamileştirmenin mümkün olmadığını, devletin kutsanması veya ele geçirilmesi gereken bir yapı değil, bir hizmet aracı olduğunu belirtirken, demokratik rejimle uyum gösteren bu düşünce gayrimüslimlerin devlet memuru olmalarında da bir sakınca görmemiş oluyordu.
Milliyetçilik konusuna gelindiğinde ise tüm İslamcı hareketler milliyetçi ideolojiyi içselleştirmişlerdir. 70'lerden başlayarak, 80'lerde de artan oranda bir milliyetçilik vurgusu, hem Nurcuların hem Gülencilerin, hem Milli Görüşçülerin hem de Diyanet kadrolarının arasında yaygınlaşacaktır.
Milliyetçilik aslında rejimin ortak dilidir; ama daha önemlisi, Müslüman kesimlerin, rejimin gözünde tahammül edilebilir hale gelmelerinin de tek yoludur. Rejimin Müslümanlara tahammül etmesinde milliyetçilik, özellikle Türk vurgusu önemli olmuştur.
Bu nedenle Müslümanlar kendilerine milliyetçi-muhafazakâr gibi yeni kimlikler edinmeye çalışmışlar, Kürtlere yönelik dışlayıcı ve baskıcı şiddet politikaların uygulanmasına ortak olmuşlardır. AKP'nin rejimle uyuşması ve iktidarını korumasının temelinde de bu gelişme yatmakta.
Rejim daima Türk'ün yanına kendi tanımladığı İslam'ı iliştirerek Müslümanların da milliyetçiliği içselleştirmelerini sağlamıştır. Kemalist rejim "Türk"ü yeniden inşa ederken, paradoksal olarak kendince "Müslüman"ı da inşa etmiştir.
İmam-Hatip liseleri bu amaca uygun işlev görmüştür. Bu nedenle Müslümanlar milliyetçiliği doğal bir durum gibi kabullenmişlerdir. Necip Fazıl Kısakürek ve Nurettin Topçu yeni milliyetçi İslamcılığın önderleri olurlar. AKP iktidarının milliyetçi bir dil kullanması, bu kodlanmanın bir sonucu olarak gözükmekte.
Milliyetçi İslamcılık, Türk-İslam senteziyle birlikte 1970'li yıllarda Milliyetçi Cephe hükümetlerinde yerini bulur. ANAP ve AKP, bu sentezi içlerinde barındırırlar. MHP ve BBP, bu sentezin tipik temsilcisidir.
CHP ise devlet ve rejimle özdeşleşmiş geçmişiyle ilgili bir özeleştiri yapamamakta, milliyetçilik sarmalından kurtulamamakta, yeni kavramlar ve yeni bir dille ortaya çıkamamaktadır.
Rejim zihniyeti, kurumları ve kodlarıyla tüm partileri esir almıştır. Bu kuşatılmadan özgürlükçü, çoğulcu, katılımcı demokrasiyi ve hukuk devletini sahih bir şekilde savunan bir parti çıkmamaktadır.
Türkiye’nin çıkmazı da burada yatmakta...