Türkiye'nin içine sokulduğu kısırdöngünün tarihi, siyasi, kültürel zihniyet kodlarıyla bağlantılı olduğu açık. Değişimin gelişme yönünde daha çok dış dinamiğin ittirmesiyle sağladığı bir adım ileri gitme, kısa bir süre sonra iç dinamiğin etkisiyle üç adım geriye gitme sonucuna varıyor. Bu nedenle II. Meşrutiyet'ten bu yana yalancı baharlar yaşıyoruz.
Cumhuriyet, imparatorluğun çoğu olumsuzluğunu tevarüs etmiş durumda. Siyasi nedenlerle katletme, illegal devlet operasyonlarında paramiliter kriminal güçlerle linç, imha, sürgün etme uygulamaları, birçok boyutu olan sorunları güvenlik bağlamında görüp şiddetle görünmez hale getirme bugüne kadar uzanan bir siyasetsizlik ve hukuksuzluk hali.
Hukuk bilincinden yoksunluk, iç politikadaki çözümsüzlüğün dış politikayı irrasyonel hale getirmesi, sorunların yüzleşme-müzakere-uzlaşı çizgisinde çözme kültürünün yokluğu bugün olağanlaştırılmış kayyım rejiminin alt zeminini oluşturmakta.
AKP yola çıkarken programında, rejimin 1982 darbe anayasası ve mevzuatı ile tahkim edilmiş ideolojisi ve uygulamalarını eleştirerek, demokratikleşme, hukukun üstünlüğü, hak ve özgürlüklerin genişletilmesi, sorunlara milliyetçilik ekseni dışından bakarak çözme vaatlerinde bulunuyordu.
Meşruiyetini dış dinamik olarak AB ile yapılan müzakereler sonucu üyelik hedefi üzerinden alıyor, ülkenin değişim gücü olarak iç dinamiğini temsil eden liberal, demokrat kesimlerin entelektüel gücüne dayanarak yol alıyordu. AKP'nin kurucu kadroları içinde demokrasi ve hukuk bilincine sahip politikacılar bulunuyordu.
AKP, tekçi Türk-İslam sentezi dışında katılımcı, özgürlükçü demokrasi ve hukukun üstünlüğü yönünde adımlar atacağı hususunda yarattığı umut nedeniyle entelektüel kesim tarafından desteklendi.
Rejimin ideolojisini endoktrine eden askeri vesayetin öncülüğündeki yapılanmayla mücadele kaçınılmazdı. Askeri vesayetin kırmızı çizgileri içinde hiçbir sorunu çözme ve toplumsal-siyasi barışı sağlama imkânı yoktu.
2011 yılına kadar bu mücadelenin içinden gelen AKP bu tarihten sonra devletin kadim çizgisine doğru değişmeye başladı. Önce partiyi demokrasi çizgisinde tutmaya çalışan kadrolar tasfiye edilmeye başlandı. Artık AKP, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın kişisel ikbaline ve tek yetkili olma hedefine göre yönünü değiştirecekti.
Kuşkusuz bunun yolu demokratikleşmeden, özgürlükten, hukuktan, Kürt meselesini demokratik talepler çerçevesinde uzlaşarak çözmekten geçmiyordu. Tek yetkili otorite olmak ve kendi kültürel kodlarını hayata geçirmenin yolu devletin kırılmaz çekirdeğine ve onun yıkılmaz ideolojisine yanaşmaktan geçecekti.
17-25 Aralık 2013 yolsuzluk ve rüşvet operasyonu bu süreci hızlandırdı. İlk on yıl birlikte hareket eden, milli reflekslerle Kürt meselesinin çözümünde engel oluşturan Gülen Cemaati ile yollar keskin bir şekilde ayrılacak, sarsılan Başbakan denize düşen yılana sarılır misali bir dönem partisini kapatmaya çalışan, rejimin derin yapılanmasıyla anlaşacaktı.
Bu işbirliği Türkiye'nin yeniden geriye, eski haline rücu etmesinin başlangıcı olacaktı. Ülke için en olumsuz senaryo gerçekleşmişti. Cemaatin polisini ve yargısını Erdoğan’ın üstüne salan derin yapılanma başarılı olmuş, AKP'yi yolundan dönmek zorunda bırakmıştı.
Erdoğan’ı en sert şekilde eleştiren Devlet Bahçeli, AKP ve Erdoğan'ın başına kayyım olarak tayin edilerek vesayet rejimi siyasetin içindeki unsurlarla tekrar rejimi kontrolü altına aldı. Erdoğan'ın denetlenemez tek adam rejiminin yollarının döşenerek başkan yapılması aslında vesayetin aktörlerinin denetlenemez hale gelmesine neden olmuş durumda.
Vesayetin dış ve iç güvenlik, dış politika, yargı alanı MHP üzerinden vesayet yapılanmasına, toplumu etkileyecek ekonomi, eğitim, kültürel alan ise Cumhurbaşkanı Erdoğan'a bırakıldı.
Bu koalisyon sonucu diplomasiden uzak güce ve yayılmacılığa dayalı bir dış politika izlenirken, iç güvenlik ve yargı hukuk zemininden kaydırılarak hak ve özgürlükler kıskaç altına alındı. Gezi toplumsal hareketi, Osman Kavala, HDP, Selahattin Demirtaş üzerinden bütün bir toplumsal-siyasi muhalefet susturulmaya çalışıldı, vesayetin kırmızı çizgileri siyaseti sorun çözen bir kurum olmaktan çıkardı, parlamentoyu işlevsiz hale getirdi.
Kendisine ekonomi alanı bırakılan Erdoğan ise irrasyonel, Nas’a dayalı, denetimi olmayan ve hukukun yok edildiği alanda felaketle sonuçlanan politikalar izledi. Vesayet aktörlerinin dayattıkları politikalar siyasi ve sosyoekonomik alandaki sorunları da çözmeyi imkânsız hale getirmiş durumda.
Seçim sonuçlarından sonra endişeye kapılan Erdoğan'ın bu kıskaçtan çıkması zor gözükmekte. Ancak seçimin sonucundan Erdoğan kadar vesayet aktörleri de endişe duymuş durumdalar. CHP'nin başındaki siyasetçiyi her zaman istiskal eden Erdoğan'ın seçimden hemen sonra normalleşme illüzyonu üzerinden Özgür Özel'i muhatap alarak iletişime geçmesi kuşkusuz vesayet aktörlerinin bilgisi dahilinde.
28 Şubat postmodern darbesi nedeniyle mahkûm olan generallerin isabetli olarak tahliye edilmeleri Erdoğan'ın verdiği bir tavizdir. Anlaşılmaktadır ki vesayet aktörlerinin en fazla verecekleri taviz Gezi davası nedeniyle yargılananlar bakımından olacak, ancak HDP-Demirtaş ve Kürtlerin hak talepleri kırmızı çizgi olarak CHP'ye kabul ettirilmeye çalışılacaktır. Hakkari'ye kayyım atanması bunun somut örneğidir.
CHP'nin Erdoğan'ı kendi amaçları doğrultusunda destekleyen gücün Türkiye'nin geleceğini kilitlediğinin farkında olduğu kanısındayım. CHP'nin gerilemesi ve dayatılan kırmızı çizgilere direnmemesi Türkiye'nin bir geleceğinin ve umudunun kalmadığını gösterecek.
CHP yönetim kadrosunun, Cumhur İttifakı bileşenlerinin partiyi normalleştirme adına istikrarsızlığın ve umutsuzluğun alanına çekmeleri oyununa gelmeyeceklerini umut etmek istiyorum. Son kayyım ataması normalleşmenin ne olduğunu göstermiştir. CHP'nin Demirtaş ve DEM ile yan yana durarak geleceğimize takılan kilidi açmaları gerekiyor.