Ömer Faruk’un ilk denemesi olan 'Yarabıçak – Banka Soymuş Bir Devrimcinin Samimi İtirafları' isimli kitabını ilgiyle ve beğeniyle okumuş, hakkında dört yazı yazmıştım. Daha sonra deneme türünde ufuk açıcı birçok kitap yazan Faruk, tekrar ilk göz ağrısı olan kitabına dönmüş.

Yeni İnsan Yayınevi'nden hacmi oldukça büyümüş bir şekilde âdeta yeni bir yayın gibi çıkmış olan kitabın birçok alt başlığı var. Ana gövdeyi ilk baskıdaki 200 sayfalık metin oluşturuyor. Yeni baskının 600 sayfayı bulduğunu gördüğünüzde kitabın yeniden yazıldığı sonucuna varıyorsunuz.

Nitekim yazar da ilk kitabın yayınlanmasından sonra kitabı tekrar okuduğunda zihnindeki çarpışmanın sonlanmadığını, bitmemişlik duygusunun onu tekrar sahaya sürdüğünü, kitaba tekrar döndüğünü belirtiyor. Soru sordurmayan, ihlale teşvik etmeyen kitap bitmiş demektir, yeri ateştir, yakın gitsin diyerek yazmaktaki amacını açık ediyor.

"Çünkü" başlıklı bölüm diğer bölümlere göre daha kısa olmasına rağmen beni dışına çıkarmıyor. Düşüncenin düşünene hükmetmesiyle düşünenin düşünceye hükmetmesi arasındaki gerilimin yaratıcı karakterine boşluk, toz, imge, gölge temaları üzerinden yaklaşmak hem yaratıcı hem heyecan verici.

Boşluk, doldurulmaya, dolayısıyla özgürlüğe, kalıplaşmış düşüncelerin dışına çıkmaya imkân tanımakta. Budist rahibin sözleri ilham verici: "...boşluk, fani ve maddi olanın gitmesine izin vermek, limitsizliğe, aşkınlığa, özgürlüğe ve aydınlanmaya kucak açmak demektir." (Rebecca Solnit – Kaybolma Klavuzu, aktaran: Ömer Faruk – 'Yarabıçak')

Konfüçyüs, Carl Gustav Jung, Ursula K. Le Guin gibi önemli düşünür ve yazarları etkileyen Çin düşünürü Lao Tzu da toprak bir kabın ya da odanın boşluğunun dışından daha yararlı olduğunu belirtir: "Boşluk, Tao öğretisinde bir potansiyelin varlığına, bir potansiyelin bitmediğine işaret eder. Dolu olanın başka olanağı kalmamıştır." (Doğan Kuban – ‘Lao Tzu: Tao Yolu Öğretisi – aktaran: Faruk- a.g.e.)

Boşluktan imgeye uzanan süreçte yazarın boşluğa sızan tozun karakterini değişik boyutlarıyla açıkladığını görüyoruz. Toz boşluğun ilk ve tek nesnesi, sınırı olmadığından her tarafa sızma yeteneği var. Yersiz, yurtsuz, yabanıl. Tozlar arasında hiyerarşi yok. Ötekisi yok.

Tozun karakterinin değişme dinamiklerini "kültür" üzerinden değerlendirirken gelinen noktada Terry Eagleton’un kültür tanımı öne çıkıyor: "İnsanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğin ölçüsünü gösteren araçların tümü." Buradan kapı, doğanın adına konuşmak ile doğanın kendi adına konuşması ayrımına açılırken kültür-uygarlık ikilemine varılmakta.

Kültür ve taşıyıcısı olan insan ölümlüyken, doğa insan eliyle kirletilse ya da imha edilse dahi kendini yenileme imkânına sahip. İnsanın bütün varlıkların üstünde doğaya da hükmeden bir tür olarak tanımlanması ise doğayla birlikte başka ötekileştirmelere zemin hazırlamakta.

Faruk, kültürün tarım, tarih, teoloji, siyaset ve sanat eylemliliklerinin içerisinde farklı biçimler alarak "uygar"a ulaştığını, uygarın kendi karşıtını da mahkûm ederek ürettiğini ("ilkel" ya da "barbar") belirtmekte. "Uygarlık" insanın atık=çöp=strasfor, plastik, pil ürettiği, yani doğayı çöplüğe çevirip geri püskürttüğü bir duruma işaret etmekte. Buna bizdeki betonlaşmayı da eklemek gerekir.

İnsanın kurduğu sistemin büyük gelişmeler kaydetmesi diğer canlı türlerinin yok olması pahasına olduğu, hatta insanın kendi doğal ortamını yok ederek kendi imhasına zemin hazırladığı açık.

Adorno, uygarlık tamamlanmış bir bütündür derken, "Bütün yanlıştır," cümlesiyle parçanın önemine dikkat çekiyor. Adorno, kültürün bir üst aşaması olan uygarlığın sorun ve dolayısıyla şiddet biriktirdiğine işaret ederken sonucu gösteriyor: "Uygarlığın temeli olan şiddet, herkesin herkese zulmetmesi demektir." Nietzsche tamamlıyor: "Ne denli çok kan ve zulüm yatıyor, bütün 'iyi şeylerin' altında!" (Faruk – a.g.e.)

İnsan farklı bir tür olduğu, doğaya hükmedebileceği ve doğanın kendisine istediği gibi yararlanabileceği bir araç olarak sunulduğu kodlamasıyla doğayı içindeki canlılarıyla birlikte yok etme noktasına gelmiş durumda.

Faruk bu noktada şu önemli soruyu soruyor: "...insan doğanın bir parçası olarak mı kalacaktır, yoksa doğanın doğasını bozarken kendi doğasını da bozan doğa dışı bir tür mü olacaktır. ...... İnsan; ya 'diğer canlı türlerini yok eden bir tür olarak' ya da 'onlarla kendini eşdeğer kabul eden bir tür olarak' devam edecek." Doğadan uzaklaşarak dünyayı içimizden atıyoruz, oysa doğayla uyumlu olursak dünya içimizde olacak.

Gelinen bu yol ayrımında insanın tercihini yaparken "boşluktan imgeye uzanan" yaratma sürecini yaşaması gerekiyor. Faruk, sonrasının ise, düşüncenin düşünene hükmetmesiyle, düşünenin düşünceye hükmetmesi arasındaki gerilim sonucu biçimleneceğini belirtiyor.

Aslında yaratma sürecinde yaşanacak bu gerilim bir hakikat arayışını hedefliyor. Bunun için de yazar bizi imgenin esin kaynağı ışıktan hareketle gölge, perspektif, portre, minyatür kavramları arasında dolaştırıyor. Gölge bizi nerelere götürecek?