Küresel sistemin savaş, kitle katliamları, ölümcül göçler ve bireysel vahşi cinayetlerle ürettiği şiddet insanlığı kuşatmış durumda. Şiddet dalga dalga hayatımıza, ilişkilerimize, mahallemize, sokağımıza, evimize girdi. Modern toplum, medeniyet dediği şeyin temelinde şiddet olduğunun farkında değil. Oysa medeniyet, şiddetten arındırıldığı ölçüde var olabilir.
Nilgün Tutal Cheviron, "Haneke Huzursuz Seyirler Diler" isimli ortak çalışmada, film yönetmeni Michael Haneke filmlerindeki temaları şöyle sıralar: Batı burjuvazisinin ve orta sınıfının insanlıktan uzaklaşmasının ve duygularını kaybetmiş olmasının eleştirisi; yaşanan evin, kimi zaman kentin ve ailenin açıklanamayan ve tekinsiz bir şiddet tehdidiyle ani karşılaşmasının yarattığı çöküşün öyküsü; aile hayatının modern parçalanmışlığı; sadık ya da katil çocuklar; insanlar arasındaki iletişim eksikliği ya da iletişimin tamamen reddedilmesi.
"Homo sapiens" klasik aklın insanıysa, "Homo demens" postmodern barokla zıvanadan çıkmış ihtiras ve tutkuların insanıdır.
Modern bireysel egoizm, kendi iyiliğine, düzenine, kendisinin ve cemaatinin çıkarlarına odaklanmış olup bu çıkarları tehdit etme ihtimali olan her şeyi yok etmeye hazırdır. Etnik, kültürel, dini nedenlere dayalı katliamlarda, doğanın ve hayvanların zarara uğratılmasında olduğu gibi bireysel akıldışı cinayetlerde de, sistem içinde canice işleyen akıl, teknik aklı devreye sokarak düzenini yeniden kurar ve onun sürekliliğini sağlar.
Türkiye bu şiddet sarmalının neresinde duruyor? Bir taraftan muhafazakâr kesimiyle de hızla modernleşen toplum, tüketimi teşvik eden küresel sistemin zihin teknolojileriyle kontrol altında bulunurken, diğer taraftan modern birey egoizminin tüm kötücül sonuçlarını yaşamakta.
Genç erkekler genç kızları vahşice öldürebilmekte, cesetlerini aile yardımıyla yok etmekte. Yetişkin erkekler eşlerinin, sevgililerinin canına kıyabilmekte.
Devlet iktidarı, güvenlik güçlerinin hukuk dışına taşan uygulamalarını cezasızlık alanına sokarak doğallaştırmakta. Hukuk içinde kullanılması gereken yetkiler illegal yapılarla paylaşılarak yaratılan korku iklimiyle hak ve özgürlükler kullanılamaz hale getirilmekte.
İktidar sözcülerinin ve bürokratik kurumların kullandıkları ayrımcı, hedef gösterici şiddet dili fikir, bilim ve sanat üreten insanlar üzerinde yoğunlaşırken, bir toplumun iç dinamiğini harekete geçiren entelektüel gücü devre dışı bırakılmış olmakta.
İşverenler çalıştırdıkları insanları iş güvenliğini göz ardı ederek bile bile ölüme gönderebilmekte. Sorumluları bedel ödemedikleri gibi, ailelerin mağduriyetleri de giderilmemekte.
Enflasyon, hayat pahalılığı, işsizlik ve gelir dağılımındaki adaletsizliğin yarattığı şiddetle insanların mutluluk hakkı çiğnenerek çaresizliğe itildikleri görülmekte.
Adil yargılanma hakkının çiğnenmesi, tutukluluk durumlarının âdeta bir ceza infazına dönüşmesi, adli suç işleyenlerin özel afla salıverilmesi, siyasal suç işleyenlerin ise affın dışında tutularak mağdur edilmesi, kararnamelerle yargısal denetime tabi tutulmadan insanların işlerinden ve mesleklerinden edilmeleri şiddet ortamının besleyicisi durumunda.
Bu şiddet içeren sistemin aracı haline gelen insan nasıl bir varlık, insan olmanın anlamı ne ve insan insanın hem kurdu hem de ilacı nasıl olabilmekte?
Dünyada insan olmaktan daha büyük bir sorumluluk yoktur. O halde insan bunun için ne yapmalıdır? Immanuel Kant, bize şöyle demekte: "İnsanın en büyük uğraşı dünyadaki yerini tam olarak nasıl dolduracağını bilmek ve bir insan olmak için, ne olması gerektiğini doğru bir biçimde anlamaktır."
İnsanın varlığını ve davranışlarını yönlendiren iki yasa bulunmakta. Bunlardan biri, doğa yasalarıdır. Diğeri ise, insanı ve onun eylemlerini hedef alan adalet (hukuk), hakikat (bilim), etik (moral) ve estetik (sanat) gibi yüksek değerleri algıladığımız vicdandan gelen yasalardır.
İnsan kendi varlığını, tinsel, yani akli ve manevi yanıyla ortaya koyabilir, davranışlarına bir anlam verebilir. İnsanı bütün diğer canlılardan ayıran yüksek değerler burada bulunur. Aynı biçimde davranan hayvandan değişik olarak "nasıl davranmalıyım?" diye soran insana tek doğru cevap, "değerli olanı yap" buyruğu buradan gelir.
Adalet denilen ölçü, ahlaken özgür insanların vicdanlarında, insan ruhunun metafizik derinliklerindedir. Kant'ın şu sözleri ne kadar yol gösterici: "Öyle davran ki, eylemine esas olan anlayış, daima aynı zamanda genel bir yasanın ilkesi olarak yürürlükte olabilsin.", "Gerek kendi şahsında, gerek diğer insanların her birinin şahsında ortaya çıkan insanlığın onuruna daima saygı gösterecek ve insanlardan asla salt araç olarak değil, aksine daima aynı zamanda amaç olarak yararlanacak şekilde davran."
İnsan, bir toplum düzeni kurmak ve bu düzen içinde yaşamak zorunda. Onun her şeyden önce fizik varlığını korumak için diğer insanlarla bir arada yaşaması ve işbirliği yapması kaçınılmaz bir durum.
Ancak bu maddi ihtiyacın yanı sıra, insan manevi yönden iç dünyasını oluşturup zenginleştirebilmek, kendini gerçekleştirebilmek için toplumun sağlayacağı olumlu, yaratıcı, teşvik edici ortama da ihtiyaç duyar. Balzac, bu ihtiyacı şöyle dile getirir: "...insanın ilk düşüncesi şudur: Bir kader ortağı bulmak. Hayatın kendisi olan bu güçlü isteği doyurmak için insan bütün direncini, gücünü, tümel hayatının enerjisini kullanır."
Ancak insanda toplumsal eğilimler kadar ona karşıt eğilimler de bulunmakta. İnsan aynı zamanda çıkarı için başkalarına zarar vermekten, gücünü başkalarını yok edinceye kadar kullanmaktan çekinmeyen, bencil bir varlık. İnsan insanın ilacı olurken, aynı zamanda kurdu da olabiliyor.
İktidar ve güçten pay almak uğruna insan kendisine ihanet ederek şiddete dayalı bir yıkıcılık içinde ölümcül edimlerini gerçekleştirebiliyor. İktidar ve para-mülk edinme hırsı insanlığı tehdit ediyor. İktidara aç insanlar, yıkıcılığı göze alıyorlar.
Bu nedenle insan olmanın anlamını bulmaya çalışmak, bir insan olarak ne ifade ettiğimiz üzerinde tefekkür etmek, duygudaşlığımızı sorgulamak demek.
Toplumsal düzen bilincimizi ve kendimizi algılayışımızı biçimlendirirken iktidar kendine itaati ister ve aynı zamanda bunu bize kendi amacımızmış gibi dayatır. Amacımız iktidara ortak olmak, itaat ettirmek, hırslarımızı doyurmak olunca temel ihtiyacımız olan şefkat, sevgi ve merhamet bizden uzaklaşır. İçimizden koparılan bu duygular, güç ve maddi edinim savaşlarında yıkıcı bir öfkeye ve parçalanmaya yol açmakta.
İnsan olmanın ne demek olduğu çoğunlukla insanların üstlendikleri toplumsal rollerle ifade edilir. İnsan kimliği roller ve simgelerle özdeşleşir. Bu da insanı milliyetçilik tuzağına düşürür. Kimliğimizi milliyetçilik üzerinden ifade ettiğimizde, bu bizi ister istemez şiddete, en zayıf olanların istismarına ve ezilmesine, cinayetlere, kıyımlara ve savaşlara götürür. Böylece milliyetçi kimlik bizi teslim alır ve kurban durumuna düşürür.
Kişi, kurum ve organizasyonlar içinde otorite sembolleriyle özdeşleşir. Bir yandan otoriteye boyun eğmeye hazırken, diğer yandan sınırlanamaz bir öfkeyle kimliğini bulur, sorumluluğu üst sistemlere devreder ve kendine yabancılaşır.
Yabancılaşmış insan kendini anlamlandıran özünden, vicdan ve merhametten koparak insan olmanın zeminini kaybeder ve güce dayalı bir toplumsal sistemin sürekliliğini sağlayan bir araç haline gelir. Artık acı çeken diğer insanlarla empati kurmanın imkânı kalmaz.
Toplum kişiye acısını yaşamasını bir zayıflık olarak algılatıyorsa, o kişi kendi bastırılmış ve inkâr edilmiş acısından kurtulmak için başkalarına zarar verecek, başkalarını ezecek ve aşağılayacak, ruhsal travmasını gizlemek için de inkâr yolunu seçecektir. Böylece kurban ile suçluyu ayırt etmek zorlaşacaktır. Kendi hayatına ait acıyı algılamasına izin verilmeyen kişi, başkalarının acısını da anlamayacak ve kabul etmeyecektir.
Nikolay Çavuşesku, Romen halkına acımasızca davranan güvenlik birimlerini yetim çocuklar arasından devşirmişti. Sevgisiz ve umutsuz hayatları içinde yaşayabilmek için acılarını bastırmayı başarmış bu çocuklar, öldürmek için eğitilmişlerdi.
Acı karşısında gösterdiğimiz korkaklık acıyı yaşamamızı ve algılamamızı engellerken, sorumluluk almaktan çekinmemize, şiddete karşı kayıtsız kalmamıza neden oluyor. Empati kurabilmek için acılarımızı sonuna kadar cesaretle yaşayabilmeliyiz. İnsan acı ve merhamet hissetme yetisini kaybederse, geriye insanlığından bir şey kalmaz.