Osmanlı devleti, 18. yüzyılın son çeyreğiyle 19. yüzyılın ilk çeyreği arasında ordunun teknik ihtiyaç ve donanımı üzerinden Batı’nın teknolojisinin aktarılması sürecini yaşadı. Osmanlı, bu aktarımın dışında Batı’nın askeri teknolojisinin arkasındaki zihniyetle ilgilenmedi.

Tanzimat ile birlikte aydınlanma zihniyeti de gündeme geldi. Ancak Batı, sadece 18. yüzyıl düşüncesi olan aydınlanmadan ibaret değildi. Çünkü aydınlanma, Batı'nın zihin geçmişi olan kendi karşıtını üreten süreçlerin sonucu ortaya çıkmıştı. Oysa Osmanlı aydını, Batılılaşmayı ya da medenileşmeyi sadece aydınlanma olarak anladı.

Cumhuriyet Türkiye'si de bu anlamda Osmanlı'dan farklı değildi. Cumhuriyetin kurucuları ve aydınlarına göre de aydınlanma projesi ile modernleşme projesi aynı şeydi. Amaçlanan Batılı ile uyumlu olmak değil, Batılı gibi olmaktı. Cumhuriyet, modernliğin gerektirdiklerini altyapıda değil, yüzeyde yaptı. Bu nedenle modernlik tarihsel, iktisadi ve sosyolojik bir sürecin sonunda gelmediğinden şekil olarak kaldı.

Halide Edip bunun sonuçlarını şöyle anlatır: "Türk kültürünün sürekliliği birdenbire kesintiye uğramıştır. Genç nesil okuyup yazacaktır fakat yarım asır sonra kendisini hiçbir kültüre ait hissetmeyecektir. Bir geçmiş olmadan, milli bilinçteki müterakim güzelliğin kolektif hatırası olmadan, kaçınılmaz bir kabalık ve estetik standartların düşürülmesi vukua gelecektir."

Besim F. Dellaloğlu'nun 'Bir Tanpınar Fetişizmi' isimli kitabında bugünü de açıklayan tespiti önemli:

"Modernleşme bir siyasi projedir. Modernlik ise toplumsal bir süreçtir. Batı, bu anlamda modernleşmemiştir. Modernlik, bizatihi Batı'nın Rönesans, Reform ve Aydınlanma'dan yola çıkarak geçirdiği toplumsal süreçlerin adıdır. Modernliğin arkasında sınıflar, toplumsal özneler ve onların çıkarları, arzuları ve hırsları vardır. Modernleşme ise bizim gibi ülkelerin, yani modernliğin kıyısında yaşayan toplumların modernliğe verdiği bir tepkidir. Modernleşme hissiyatı bir 'geri kalmışlık', bir 'gecikmişlik', hatta bir 'yenilgi' bilincidir. Bu nedenle bizim modernleşme geleneğimizin temel sorusu genelde devletin nasıl kurtulacağı olmuştur. Batı'da devlet modern anlamıyla toplumsal ihtiyaçların siyasete tercümesi iken, bizde modernleşmenin temel yaklaşımı devletin ihtiyaçlarına göre toplumu düzenlemek olmuştur. Yani modernlikte toplumsal siyasala yön verirken, modernleşmede siyasal toplumsalı yönetmeye çalışmıştır."

Kuşkusuz modernleş(tir)menin bizdeki bu niteliği yanında bugün istisnasız bütün partilerin içinde debelendiği bir ergen hastalığı olan milliyetçilik bataklığını ve modernleş(tir)menin bir aracı, devletin bir aparatı olarak milliyetçiliği ve militarizmi ayrıca incelemek gerekir. Devlet Bahçeli'nin ve MHP'nin devletin kurumları ve kadim zihniyetiyle anlaşan AKP ile aynı karede gözükmesinin nedeni de bu. CHP bu kareye girmese de altılı masa partilerine katkı yapması ve iktidarın icraatlarını edilgen bir şekilde izlemesi rejimi meşrulaştırma işlevi görmekte. Bunların yanına hak ve özgürlüklerin kullanımında hukuk güvenliğinin sağlanamadığı, yargı denetiminin ve hesap verebilirliğin olmadığı bir modernleş(tir)medeki tefessühü de eklersek, AKP-MHP ittifakının ülkeyi götürdüğü çıkmazı daha iyi anlarız.

Yenik, özgüvensiz, gecikmiş ve kompleksli bir hissiyata dayanan milliyetçi, militarist, ötekileştirici, dayatmacı, rant dağıtıcı, çevresini kollayıcı, avantacı, kalleş, kumpasçı, tuzakçı, çeteci, komplocu, hukuksuz bir modernleş(tir)menin estetik ve etik değerlere sahip olmayan kadrolarca ülkeyi getirebileceği nokta bu olabilirdi.

Modernleşmenin diğer bir sonucu, sahih bir sivil toplumun ortaya çıkamayışı. Cemaatler, meslek teşekkülleri, dernekler, vakıflar, platformlar gibi her türlü oluşum çoğunlukla sivil değil. Bu açık ise, uzun yıllar seçkin diyebileceğimiz münevverler (nurlandırılmış, ışıklı, aydın) tarafından doldurulmaya çalışıldı. Peki, bu aydınlar Batılı anlamda bağımsız bir entelektüel olabildiler mi? Sözü Dellaloğlu’na bırakalım:

"İmkânsız bir yerden konuşabilen ve bunu yaparken toplumsal hakikati, toplumsal iktidardan bağımsız cümle içinde kullanabilen biridir bağımsız entelektüel. (...) Entelektüelde daha çok hakikat duygusu, aydında ise ideoloji ağır basar. Akademisyende ise kariyer. Batı’nın hem entelektüeli hem de aydını vardır, bizim ise daha çok aydınımız vardır."

Yani bu anlamda da ülkenin durumu hazin. Ülkede ideolojik düşünen ve fazlaca sosyal yeterince aydın var ama yeterince entelektüel yok. Olanlar ya cezaevinde çürütülmüş veya öldürülmüş ya da ülkesinden ayrılmak zorunda bırakılmış. Bir kısmı da Tanpınar’ın yazdıklarını görmezden gelenler için söylediği gibi "sükut suikastına" uğramış.

Ve Dellaloğlu entelektüeli tanımlar: "Çıkarlara, kurumlara, devletlere, partilere hizmet etmeyeceksin. (...) Hakikat duygundan, sağduyundan, basiretinden vazgeçmeyeceksin. Ve her zaman doğruyu söyleyeceksin. Zaman zaman değil. Bazen değil. Çoğu zaman da değil. Her zaman. Her zaman."

Yukarıda belirtilen nedenlerle modernleş(tir)me süreci demokratik bir süreç olamadı, demokratik kültür ve bilinç üretemedi.

Cumhuriyete damgasını vuran kadrolar İslami geçmişi reddetmek ve kendilerine yeni bir geçmiş kurgulamak suretiyle bu yükten kurtulmak istediler... Bu nedenle de Türklerin İslam’dan önce ne kadar medeni ve üstün olduklarını gösterme çabasına girdiler... Türk tarih tezi bu çabanın örneğidir. Kuşkusuz oryantalist bakış açısı otoriterliğe kayışı zorunlu kılıyordu.

Osmanlı döneminde geleneksel ile Batılı değerler arasında Batılı olandan yana artan ağırlıkla bir senteze gidilmeye çalışılmıştı. Cumhuriyet ise geleneği tamamen reddediyordu. Bu kapsamda Kürtler de medenileştirilecek ve asimile edileceklerdi. Nitekim Dersim’e, bir kolonide yaşayan ilkellere medeniyet götürmek zihniyeti sonucu katliamlar yapılarak yaklaşıldı.

Batı'nın dışında ortaya çıkan modernleş(tir)meci milliyetçilikler, Batı oryantalizminin bir sonucu olarak ortaya çıkarlar ama aynı zamanda kendi oryantalizmlerini de üretirler. Yerli seçkinler bunu kendi halklarını medenileştirmeye çalışmakla yaparlar. Türkiye buna örnektir ve halkın büyük çoğunluğu bu kolonyal-oryantalist zihniyet ve uygulamaların mağduru olmuştur. Bireysel hak ve özgürlükleri ve topluluk haklarını yok sayan bu anlayış tekçi, devletçi, milliyetçi, militarist ve otoriterdir.

Durmadan aynı noktaya neden geliyoruz, neden tam umut etmeye başlarken hayal kırıklığına uğruyoruz, neden hep yalancı baharlar yaşıyoruz? Nedenler üzerinde düşünmemiz lazım.