"Meşruluk" kavramıyla "temel mutabakat" (consensus) kavramı arasında yakın bir ilişki bulunmakta. Bir siyasal sistemin meşruluğu konusundaki mutabakat oranı düştüğünde, birden çok meşruluk inancı arasında çatışma başladığında toplumsal barış bozulur ve kriz durumu ortaya çıkar.

Münci Kapani'ye göre "temel mutabakatın yokluğu" (dissensus), diğer bir deyişle "meşruluk çatışması" barışçı yollardan giderilemezse siyasal gerilim ve iç çatışma kaçınılmaz hale gelebilir.

Kuşkusuz bu mutabakatın farklılıklarımızla bir arada barış içinde yaşamamızı sağlayacak çoğulcu, çoklu, katılımcı, özgürlükçü olma niteliklerine dayalı bir demokraside ve meşru hukukun (doğal hukukun) hak ve özgürlüklerimizi güvence altında tutacağı ilke ve değerlerde olması gerekir. Türkiye bugün, temel bir mutabakatın bulunmaması sonucu birden çok meşruluk inancı arasında meşruiyet çatışması yaşamakta.

Tek bir başat etnik kimlik, din-mezhep, kültür-dil dayatması üzerinden bir kurgu yapıldığı için Kürtlerle, Alevilerle, Müslüman olmayan kesimlerle, eril iktidarın ürettiği zihniyet nedeniyle de kadınlarla, cinsel tercihi farklı olanlarla hak ve özgürlükleri hukuk güvencesi altına alan bir temel mutabakat sağlanamamakta.

Temel mutabakat sağlanması gereken tarafları yok etmekle ya da suç icat edip tutuklatmakla meşruiyet krizi sadece derinleşmiş oluyor. Temel mutabakatın sağlanamaması değişimi de imkânsız kılmakta. Türkiye'nin zihniyet değişikliğiyle yeni bir mutabakata varamayışının tarihsel, siyasal, toplumsal, kültürel nedenleri bulunmakta.

Hâlâ neden temel bir mutabakat sağlayamıyor, despotik ve otoriter süreçlere savruluyoruz?

Türkiye'de 18. yüzyılın sonundan başlayarak devam eden süreçte Devletin Weberyen anlamda modern bir devlete dönüştürülmesi çabası yaşandı. Rusya'da olduğu gibi Türkiye'de de modern devlet bir bürokratik aygıt olarak transfer edildi.

19. yüzyıl boyunca endüstrileşme, şehirleşme, okuma yazma oranının artması, sosyal katmanlaşma ve modern toplumun diğer nitelikleri açısından Osmanlı İmparatorluğu çok geride kalmıştı.

Batı'nın siyasal teknolojisi aktarılırken doğal olarak bu teknolojinin tarihsel-kültürel-toplumsal geçmişini aktarma imkânı bulunmamaktaydı. Bir tespite göre bu durumda bürokratik aygıt kendisini sınırlayacak, gemleyecek, dengeleyecek devlet-dışı oluşumlardan azade kaldığından otoriter rejimlere eğilim gösterdi.

Diğer bir tespite göre Tanzimat'tan bu yana devlet anayasal bir karakter kazanmasına rağmen hukuk devletine dönüşemedi. Çünkü devleti buna dönüştürecek burjuva siyasal kamusu gelişmemişti. İmparatorluğun Ermeni, Rum, Yahudi burjuvazisi Batı’da olduğu gibi bir iç politik mücadeleyle diğer sınıf ve katmanları yanına çekerek devlet üzerinde denetim kuramadı, güçsüzlüğü nedeniyle iç strateji yerine dıştan destek almayı yeğlemek durumunda kaldı.

Rusya'da işçi hareketleri oldu (1905-1917). Osmanlı'da işçi sınıfı yoktu. Toprak sahipleri sınıfsal olarak güçsüzdü. Nitekim kerhen kabul edilen Sened-i İttifak II. Mahmut tarafından çöpe atıldı, merkez daha çok güçlendirildi.

Cumhuriyet döneminde yetişen Müslüman-Türk burjuvazi de baş edemediği siyasal iktidarı Fuat Paşa'nın "yandan kuvvet" teorisine uygun olarak dış destekle frenlemeye çalıştı. İmparatorlukta uzlaşı kültürü bulunmadığından sorunlar şiddetle bastırılmaya çalışıldı.

Kemalistlerin kökü de İmparatorluğun sivil-asker elitine dayanıyordu. Bu nedenle siyasi ve toplumsal kültür aynen tevarüs edildi.

Mustafa Kemal'in en yakın çevresinden Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, Petit Parisen ile yaptığı bir söyleşide şunları söylüyordu: "Türkiye’nin bir diktatörlük olduğunu söylüyorlar. Diyelim ki gerçekten öyledir. Fakat bu diktatörlük Gazi’yi en yüksek önderleri olarak gören bütün halkımız tarafından büyük memnuniyetle kabul edilir. Diğer taraftan halkın selametini hedefleyen bir diktatörlük gerektiğinde kitlelerin onayı olmadan da harekete geçmek zorundadır... Şahsen beni Mussolini’nin diktatörlüğü heyecanlandırır..." Benito Mussolini'nin vurgusuyla "20. yüzyıl devletin yüzyılıdır".

Türk polisleri eğitim için, jandarma kuvvetleri komutanı Zeki Paşa da Carabinieri'nin örgütsel yapısını ve işleyişini incelemek üzere İtalya'ya gönderildi. (Stefan Plaggenborg, 'Tarihe Emretmek', İletişim Yay., 2019)

Falih Rıfkı'nın da otoriter bir iktidara itirazı yoktur. Demokrasi ve liberalizm toplumun ihtiyaçlarına tekabül etmiyorsa "eskimiş pabuçlar" gibi çıkartılıp atılabilir, zaman bazen diktatörlükleri elzem kılar. Atay, tek parti rejiminin, milli ideallere ulaşmak için devletle partinin eğitici rolünü önemsiyordu (Plaggenborg - a.g.e.). Nitekim giderek devlet parti ile bütünleşerek toplumun kılcallarına nüfuz etmiş, onu kuşatma altına almıştır.

Şevket Süreyya Aydemir, vatanın daima tezatsız bir cemiyetin yurdu olacağını belirtirken, Mustafa Kemal, hâkimiyetin güçle, kudretle alınacağını söylüyor, kendisinin belirlediği temsil mekanizması yoluyla halkı modernleştirmeyi hedefliyordu.

Ömer Faruk'un önemli tespitiyle, bu süreçten sonra varılan nokta şuydu: "Devlet, etnik köken, dil, din ve dünya içerisinden düşünce, söz ve eylem üretilerek ikinci yüzyıla gelindi. 100 yıl içerisinde katettiğimiz mesafe seçilmemiş tek adam rejiminden seçilmiş tek adam rejimine evrilmek oldu. Her ikisinin de ortak paydası tek adam. Bu durumu bir sorun olarak önlerine ko(y)amayan siyasi aktörler ve onların destekçileri ise temsilin haysiyetsiz (= özsaygı yoksunu) karakterini dikkate almadan düşünce, söz ve eylem ürettiler." (Faruk - Gül ile Bülbül Cumhuriyeti)

Cumhuriyet kurulurken ortada örgütlü bir ulus bulunmayıp kurgulanmış olduğundan siyasi temsil de güdük kalmış bir ilişkiye dayanıyordu. Kemalizm siyasi alanda da seçkinlerin tekelini korurken, Mustafa Kemal siyasi temsilin aktörlerini kendisi belirliyordu. Seçkinlere dayalı Osmanlı devletçiliği milli devletçiliğe dönüşürken devletçilik Kemalist hareketin ideolojisinin aparatı haline gelecekti.

Türkiye temsil krizinden çıkabilmiş değil. Parti içi demokrasinin olmadığı, lider kültünün egemen olduğu bir siyasi yapılanmada temsil, temsil edileni bozarken, temsil etme yıkıma ve ölüme neden olan bir şiddete dönüşmekte.

Müzakere-uzlaşı geleneği olmayan, şiddet ve ölüm yoluyla imha ederek sorun çözme geleneğine sahip olan Türkiye çatışma, gerilim ve ölümlerin yaşandığı ülkelerin başında geliyor.

Toplumu türlü yol ve yöntemlerle korkutan devletin etnik ayıklamalarına "din"i referans alanlar da karşı çıkmayıp, savaşın, ölümün dili bütüne yayılırken toplum yönetenlerle birlikte bir suç ortaklığı organizasyonuna dönüşmüş durumda.

Türkiye bu kısırdöngüden nasıl çıkacak? Tarihsel, siyasi, toplumsal birikim kırılmaz çekirdeğe dönüşmüştür. Ülkenin zaten az olan entelektüel gücü yok edilmiş, sermaye gücü tüketilmiş, kamusal müzakere alanı boğulmuş, siyaset çözüm yeri olmaktan çıkmıştır.

Siyasi partilerin ve siyasi kadroların, bürokrasinin, sivil toplum örgütlerinin, akademinin zihniyet düzeyinde bir sıçrama yaparak başka bir aşamaya geçmesi gerekiyor. Ancak bundan sonra toplumu korkutmadan vazgeçerek bu geçişi sağlayacak toplumsal mutabakata ikna sürecinin başlatılması zorunlu.

Tarihsel bagajı yüklü, devlet partisi olarak kurulmuş CHP'nin belirttiğimiz anlamda bir değişimin öncüsü olması zor gözüküyor.

Her birey kendi sıçramasını yapmadan, bu sıçramaya rehberlik edecek entelektüel güç öne çıkmadan, bu sıçramayı destekleyecek sınıfsal güç olmadan değişim hayal.