1935–1938

Bu döneme damgasını vuran yer Dersim'dir. Cumhuriyet döneminde ilk Dersim harekâtı 1926 yılında Koçuşağı aşiretinin çevrede talan yapmaya başlaması üzerine gerçekleştirilmiş ve Dersim'in tebdiline Albay Mustafa Muğlalı memur edilmiştir.

Harekât esnasında Kılabuz Deresi cesetlerle dolar. Harekât sonunda yapılan resmi yazılı açıklamada ordunun kaybı asker sayısı olarak belirtilirken, Koçuşağı aşiretinin kayıpları hayvan olarak verilir, insan olarak değil (Açıklamada, "Asilere bir hayli kayıp verdirilmiş ve 1084 küçükbaş, 342 büyükbaş hayvan ganimet alınmıştır," denilmektedir.)

Devletin kendi yurttaşından ganimet almasından da anlaşılacağı üzere, aslında mevcut rejimin demokrasiyle bir ilgisi bulunmamaktadır (zaten o zamanlar demokrasiden ne anlaşıldığını göstermek bakımından 1935 yılında yapılan CHP IV. Büyük Kurultayı'nda Genel Sekreter Recep Peker'in serdettiği görüşlere bakmak yeterlidir. Peker, Türk demokrasisinin amacının kuvvet yoluyla ulusal birliği sağlamak olduğunu söyler. CHP, ulusalcılığı politik bir silah olarak kullanmaya kararlıdır).

Gelişmeler rejimin Osmanlı'nın sorunlara yaklaşımındaki anlayışı aynen tevarüs ettiğini göstermekte. Vali Cemal Bey'in soygunculuk hareketlerinin sebebi yaşamak hissi ve endişesidir şeklindeki kanaati de devleti Dersim'i tedip ve tenkil düşüncesinden vazgeçiremez.

1935 yılına gelindiğinde bölgede, ama özellikle Dersim'de huzursuzluk devam etmektedir ve Kürtlerin devlete olan güveni yok olmaya yüz tutmuştur. İsmet İnönü'nün 1935 yılında bölgeye yaptığı gezi sırasındaki tespit, gözlem ve önerilerinden oluşan "Şark Islahat Raporu", Dersim için özel bir plan öngörür.

İsmet İnönü'nün Şark Islahat Raporu’ndaki önerilerini hayata geçirmek üzere ilk adım olarak 25.12.1935 tarihli "Tunçeli Vilayetinin İdaresi Hakkında Kanun" çıkarılır.(Kanunun isminin operasyonu ima eder şekilde "Tunçeli" olarak isimlendirilmesi devletin ezici gücüne bir gönderme olarak düşünülmüş). Hukuk dışı, keyfi uygulamalara imkân sağlayan bu kanun, Umumi Müfettiş de olan vali ve komutana, kişileri yakalamak, itham etmek, yargılamak, idam kararı vermek, idamları infaz etmek yetkilerini vermektedir.

Böylece sanıklara iddianamenin verilmediği, savunma hakkının tanınmadığı, mahkeme kararlarının kesin olup temyizinin mümkün olmadığı bir sürece geçilmiştir. Kanunun 1. maddesi uyarınca Dersim'e vali, komutan ve 4. Umumi Müfettiş olarak Korgeneral Abdullah Alpdoğan atanır. Bu komutan, Kürtlerin tanıdığı bir ismi çağrıştırır. Alpdoğan, Koçgiri Ayaklanması'nı bastıran Merkez Ordu Komutanlığı kurmay başkanı ve ayaklanmayı bastıran Merkez Ordu Komutanı Nurettin Paşa'nın damadıdır.

Bölgede hukukun, vicdanın ve ahlakın dışında ağır bir rejim uygulanmaya başlanır. Kürtler asimilasyon politikalarından, anadilini konuşanlara eziyet edilmesinden, Kürtçe gazete ve yayınların yasaklanmasından, göçe zorlanarak yollarda telef olmaktan şikâyetçidirler. Kürt aydınları ve halk kurşunlanmakta, asılmakta ya da sürgüne gönderilmektedir.

21 Mart 1937’de başlayan Dersim Ayaklanması, hava bombardımanı dahil, yangın bombaları ve boğucu gazlar kullanılarak en ağır şekilde bastırılır.

Dersim'e yapılan 1. Harekât sırasında Başbakan olan İsmet İnönü harekât tamamlandıktan sonra 18 Eylül 1937'de Meclis'e bilgi verirken amacın hâsıl olduğunu belirten şu konuşmayı yapar:

"Cumhuriyet ordusu ve zabıtası, bu hadise esnasında yaptığı takiplerde, hurafe olarak zihinlerde yerleşen ne kadar uçurum halinde dere ve ne kadar çıkılmaz dağ varsa, hepsini Ankara sokakları gibi baştan başa geçmişlerdir. (...) ...mukavemet vaziyetini bertaraf ettikten sonra halkının refah ve serbestisi için takip edilen programa devam ediyoruz."

Ancak Mustafa Kemal ve Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak, İnönü ile aynı görüşte değildir. Onlara göre harekât yeterli değildir, sorunun köklü çözümü için imha ve tehcir harekâtlarının devamı gerekir. Bu nedenle İnönü, 25 Ekim 1937'de başbakanlıktan alınır ve yerine Celal Bayar getirilir.

15 Temmuz 1938’de Mareşal Fevzi Çakmak'ın emriyle Dersim'e ikinci harekât başlatılır. Mağaralarda saklananları dışarı çıkarmak için zehirli gaz ve dinamit kullanılması sivil halkın, özellikle de kadın ve çocukların çok kayıp vermesine neden olur. İkinci harekâtta öldürülen isyancıların sayısı verilirken, silahsız sivil halkın kayıpları "ağır zayiat verdirildi" ifadesiyle geçiştirilir.

Kendisi de Dersimli olan Kemal Kılıçdaroğlu, 1986 yılında, Dersim olayları sırasında Malatya Emniyet Müdürü olan eski Dışişleri Bakanı ve Cumhurbaşkanı Vekili İhsan Sabri Çağlayangil ile görüşür. Çağlayangil'in tanıklığı ve tespitleri yaşanan trajediye açıklık getirir:

"Ben de Malatya Emniyet Müdürü'yüm. Haliyle otomobile bindik, Elazığ'a gittik. Abdullah Paşa bizi misafir etti. Harekât başlayalı 1-2 ay olmuştu. Abdullah Paşa dedi ki, 'Bu kefereyi kıstırdım; ekinlerini yaktım uçakla. Mağaralara iltica ettiler. Fakat dağlık arazi karargâh-ı Munzur’da' dedi. 'Bu dağları tuttular. Bu dağları bir mavzerli alay tutabilir. Öyle geçitler var'. Mağaralara iltica etmişlerdi. Ordu zehirli gaz kullandı. Mağaraların kapısının içerisinden bunları fare gibi zehirledi. Ve yediden yetmişe o Dersim Kürtlerini kestiler. Kanlı bir harekât oldu. Dersim davası da bitti. Hükümet otoritesi de köye ve Dersim'e girdi."

10 Ağustos'ta üçüncü harekât başlar. Uçakların bombaladığı Aliboğazı mevkiinde ne kadar insan öldüğü konusunda bilgi verilmez. Harekât kıyım, imha ve tenkil hareketi olarak devam eder. Sözkonusu harekâtlar kamuoyuna manevra olarak açıklanmakta, hakikat gizlenmektedir. Harekâtları bizzat yöneten Mareşal Çakmak, Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal'e çektiği telgrafta manevranın sonuçlarını bildirir, Cumhurbaşkanı cevabi telgrafta manevranın çok faydalı safhalar göstererek bitmiş olmasından dolayı kalbinin orduya karşı takdir ve şükran duygularıyla dolu olduğunu belirtir.

Elazığ'da kurulan İstiklal Mahkemesi'nde yargılanan 58 kişiden Seyyid Rıza ve 6 kişi 15 Kasım 1937'de idam edilir. Seyyid Rıza'nın mezarının nerede olduğu halen bilinmemekte.

Rejimin, Dersim'de son derebeyleriyle mücadele ettiği söylemi gerçeği yansıtmamaktaydı. Rejim aksine derebeylerini imtiyaz, ihale, istimlâk, bayilik, ucuz kredi yollarıyla güçlendirip kendine tabi kılıyordu. Cumhuriyet, tüm milliyetçilik vurgusuna rağmen Ortadoğu'daki İngiliz emperyalist sömürge düzenine uyumuyla, feodalizmin bölünmesinden yararlanma politikasıyla şiddeti Kürt sorununun tek çözüm yolu haline getirmiş oluyordu. "İdeolojik tutarsızlık ve çaresizlik" sonucu yaşanan krizler, daha sonraları Mustafa Kemal'in kült, tartışılmaz bir lider haline getirilmesiyle aşılmaya çalışıldı.

1921-1938 dönemini en iyi özetleyen ifade "Türkleştirme" olacaktır. Türkleştirme yukarıda yaşandığı belirtilen olayların ve yapılan düzenlemelerin yanında Türk Dil ve Tarih kurumlarının kuruluşu, "Vatandaş Türkçe Konuş" kampanyalarının başlatılması ve Soyadı Kanunu'nun kabulüyle toplumun her alanında uygulanmaya ve yaygınlaştırılmaya çalışılmıştır.

Mustafa Kemal, "Vatandaş Türkçe Konuş" kampanyasının başlama nedenini şu sözlerle açıklamaktadır:

"Milliyetin çok bariz vasıflarından biri dildir. Türk Milleti'ndenim diyen insan her şeyden evvel ve mutlaka Türkçe konuşmalıdır. Türkçe konuşmayan bir insan Türk kültürüne, topluluğuna bağlılığını iddia ederse doğru olmaz."

Bu dönemin anlayışında kuşkusuz farklı etnik kimliklere, farklı dillere, farklı dinlere ve mezheplere yer olmamıştır. Dayatılan tek etnik kimlik Türklük ve Diyanet İşleri Başkanlığı çerçevesinde devletleştirilen Müslümanlığın Sünni-Hanefi mezhebidir. Bu temele oturtulmaya çalışılan cumhuriyetin Türkiye sınırları içinde yaşayan insanları yurttaş kılması ve eşitliği sağlaması imkânsızdı. İşte bu nedenle homojenliği sağlamanın yolu da her türlü şiddeti kullanan ırkçı, asimilasyoncu politikalardan geçiyordu.

Yukarıda belirttiğimiz tüm düzenlemeler ve uygulamalar, 1921-1938 döneminin anlayış ve pratiğini ortaya koymakta. Bunu bazı kesimlerin öne sürdüğü gibi entegrasyon diye sunmak ne hakikate uyar, ne de vicdana sığar. Bir kültürü, bir dili şiddet ve baskı yoluyla yok sayıp değiştirmeye zorlamak entegrasyon olamaz. Hukuk, siyaset bilimi ve evrensel ilkeler bakımından bu politikaların nasıl adlandırıldığı bellidir. Homojen, kaynaşmış kitlenin temelinde Türklük yatmakta, tek mezhepli Müslümanlık, bu etnik kimliği destekleyen bir unsur olmaktadır.

Devam edeceğim.

KAYNAKÇA

  • Doğu Ergil, Kürt Raporu: Güvenlik Politikalarından Kimlik Siyasetine, Timaş Yayınları, İstanbul, 2009.

  • Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye'nin Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul, 2013.

  • Faik Bulut, Devletin Gözüyle Kürt İsyanları, Yön Yayıncılık, İstanbul, 1991,

  • Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası: Resmi İdeolojinin Eleştirisine Giriş, Özgür Üniversite, Ankara, 2007.

  • Fuat Dündar, Modern Türkiye'nin Şifresi, İletişim Yayınları, İstanbul, 2008.

  • İsmail Beşikçi, Doğu'da Değişim ve Yapısal Sorunları, Doğan Yayınevi, Ankara, 1969.

  • Kazım Karabekir, Kürt Meselesi, Emra Yayınları, İstanbul, 2004.

  • Lucien Rambart, Çağdaş Kürdistan Tarihi, Komal Yayınları, İstanbul, 1978.

  • Mahmut Alınak, HEP, DEP ve Devlet: Parlamentodan 9. Koğuşa, Kaynak Yayınları, İstanbul, 1996.

  • Mehmet Çetin (Yayına hazırlayan), Yas Kitabı, Sur Kitaplığı, İstanbul, 2010.

  • Naşit Hakkı Uluğ, Derebeyi ve Dersim, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2009.

  • Saygı Öztürk, İsmet Paşa'nın Kürt Raporu, Doğan Kitap, İstanbul, 2007.

  • Serap Yeşiltuna, Atatürk ve Kürtler, İleri Yayınları, İstanbul, 2007.

  • Tuğba Yıldırım (Derleyen), Kürt Sorunu ve Devlet, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 2011.

  • Ümit Kardaş, Demokrasi ve Hukuk Krizi, İletişim Yayınları, İstanbul, 2010.

  • Vecihi Timuroğlu, Dersim Tarihi, Yurt Yayınları, Ankara, 1991.