Medeniyet, şiddeti toplumsal yaşamdan tasfiye etmekle belirlenen bir süreç. Kuşkusuz bu sadece içinde yaşadığımız toplumla sınırlı değil. Dünyanın medenileşmesi de şiddetin yok edilmesi ve barışın egemen kılınması demek.

İki dünya savaşı, Irak, Afganistan, Ruanda, Bosna, Kosova, Sudan, Mısır, Suriye ve Ukrayna'da yaşananlar... Otoriter rejimlerin kendi coğrafyaları içinde uyguladıkları şiddet... Sayamadıklarımız, bilemediklerimiz.

Modern toplumlar bu yolda ilerlemek için demokrasi, hukuk devleti, hukukun üstünlüğü gibi kavramlar geliştirdiler ve devlete barışı sağlama yükümlüğü karşılığında şiddet tekelini verdiler.

Ancak siyasetin dost-düşman ayrımına dayandığı kültürlerde, toplumsal yaşamın her alanında keskin bir kutuplaşmanın yaşanılması kaçınılmaz. İktidar için çatışanlar, kurumları zapt edilmesi gereken kaleler gibi görmeye başlar, şiddet ve savaş bu kaleleri ele geçirmek için yapılır. Polis ve yargı adil ve tarafsız davranmazlarsa, barışı sağlamak imkânsız hale gelir.

Türkiye şiddetten arınma, sorunları tartışarak, uzlaşarak, işbirliği yaparak çözüme kavuşturma yeteneğine ve kapasitesine sahip bulunmamakta. Devlet, asker-sivil yapılanmasının ürettiği şiddete dayalı tek tipleştirme zihniyetiyle, seçimle gelen siyasi parti iktidarlarını merkezde massederek, özünü boşaltıp işlevsiz hale getirmekte.

O kadar ki tek kişide tecessüm eden AKP iktidarı devletin aparatı olan MHP desteğiyle kendi programını bir yana bırakıp devletin hukuksuzluk ve şiddet üreten güvenlikçi politikalarını uygular hale gelmiş durumda. Dış politikada da rasyonellik ve diplomatik dil terk edilerek ırk-mezhep ekseni üzerinden oluşturulan stratejinin bedeli mülteci sorunu üzerinden ödenmekte.

Hollanda suçların azalması ve tutuklama yerine uzaktan takip yöntemini uyguladığı için 2013'ten bu yana 25 cezaevini kapattı. Türkiye ise yüzlerce yeni cezaevi açmakla ve bununla övünmekle meşgul.

Sorunlarını rasyonel olarak siyaset yoluyla çözemeyen Türkiye gibi ülkeler kendi kafeslerini çoğaltırlar, sonra adli suç işleyenleri dışarıya çıkarıp içeriye siyasal suç işlediklerini iddia ettikleri gazetecileri, akademisyenleri, politikacıları, entelektüelleri doldururlar. Hukuksuzluğun ve adaletsizliğin zorbalığa dönüştüğü bir medeniyetsizlikle karşı karşıyayız.

Cumhur İttifakı'nın çıkarmış olduğu özel af niteliğindeki kanunla şahıslara karşı adli suç işleyenler tahliye oldu. Ancak siyasal suç işlediği iddia olunan çoğu tutuklu gazeteci, akademisyen, bürokrat, politikacı ölüm riski altında kaderlerine terk edildi. Osman Kavala, Selahattin Demirtaş, Figen Yüksekdağ, Gülten Kışanak ve sayamayacağımız nice insan inkâr edilmiş yurttaş olarak kapasitesini çok aşmış cezaevlerinde tutulmakta.

Devlete karşı işlenen ve siyasal suç olarak nitelenen fiillerin faillerinin devlet tarafından genel ya da özel affının hukuki, siyasi ve sosyolojik mantığı bulunmakta. Cumhur İttifakı'nın çıkarmış olduğu kanun ise suç işleyen kişiler arasında ayrımcılık yaparak "kanun önünde eşitlik" ilkesinin ihlali sonucunu doğurdu.

Yıllardır süren Gezi Davası yargılaması, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin (AİHM) bağlayıcı kararını ihlal eder şekilde hukuksuz ve insan hakları bakımından vahim sonuçlar yaratan bir karara bağlandı.

Osman Kavala, "hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüs" suçlamasıyla ağırlaştırılmış ömür boyu hapisle cezalandırılırken, aynı davada yargılanan mimar Mücella Yapıcı, şehir plancısı Tayfun Kahraman, avukat Can Atalay, belgesel film yönetmeni Mine Özerden, film yapımcısı Çiğdem Mater, yükseköğretim direktörü Hakan Altınay ve üniversite kurucu üyesi Yiğit Ekmekçi "hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüse yardım etmek" suçlamasıyla 18'er yıl hapis cezasına mahkûm edildi.

Savcılık, sanıklara isnat edilen suçlamaları destekleyecek hiçbir kanıt sunmadı. 7 Haziran 2022'de mahkeme heyeti, oyçokluğu ile verilen karara ilişkin ikna edici hiçbir gerekçe gösteremedi.

Yargılanan kişilerin tamamının 2020'de delil yetersizliği nedeniyle beraat etmesi ve Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın beraat kararlarını kamuoyunda eleştirmesinin ardından ilk davaya bakan üç hakim hakkında Hakim ve Savcılar Kurulu'nda derhal bir disiplin soruşturması başlatılması da yargılama sürecinin iktidarın baskısıyla hukuken sakatlandığını göstermekte.

Hukuki zeminin dışına çıkmayı kolaylaştıran terörle mücadele yasaları, muhalifleri ve muhalif varsayılan kişileri, gazetecileri, insan hakları savunucularını, siyasetçileri, avukatları ve diğer birçok kişiyi hedef almak için kullanıldı.

Binlerce kişi, haklarını ihlal eden ceza soruşturmalarına, kovuşturmalara ve cezalandırıcı nitelik taşıyan tutuklu yargılamalara maruz kaldı. Sivil toplum örgütleri olağanüstü hal kararnameleriyle kapatıldı.

Bir araya gelmeleri son yıllarda yasaklanan "Cumartesi Anneleri"nden toplanmaları engellenen, katılımcıları şiddetle dağıtılan, gözaltına alınan ve yargılanan LGBTİ+ Onur Yürüyüşleri'ne kadar barışçıl protestolara ve itirazlara tahammülsüzlük devam etmekte.

Devletin kendisini hukukla bağlı görmediği, adil yargılanma hakkının çiğnendiği, sanığın ve mağdurun haklarının gözetilmediği, insan hak ve özgürlüklerinin kullanılamaz hale geldiği, insanlık suçlarının cezasız kaldığı bir yerde, şiddet, çatışma, gerilim, yani medeniyetsizlik var demektir.

Ülkemizde 100 yıla yakın bir süredir demokrasi ve meşru hukukla bağlantısı olmayan devlet organizasyonu tekçi ideolojisi doğrultusunda hak ve özgürlük taleplerini bir kalkışma olarak değerlendirdiğinden, bu talepleri şiddet tekelini gayrimeşru kullanarak, hatta manipülasyonlar yaparak bastırmaya çalıştı.

Bugün gelinen noktada Cumhur İttifakı iktidarı Osmanlı-Türk devlet geleneği doğrultusunda kadim sorunlarını toplumun belli kesimlerini birbirlerine düşürerek, ötekileştirme ve çatıştırma siyasetiyle çözülemez hale getirmekte. Hedef aldığı kesimleri inkâr, imha ve baskıya dayalı uygulamalarla bezdirerek toplumsal travmaları onarılamaz noktalara taşımakta.

Sözkonusu iktidar cephesi, muhalif kesimleri ve eleştirel düşünenleri tevarüs ettiği kadim devlet geleneğiyle, siyasi suç ve delil icat edip yargıyı ve hukuku araçsallaştırarak tutuklatmakta ve adil yargılanma hakkından mahrum etmekte.

Nitelik ve kalite kaybolmakta, yolsuzluk ve kayırmacılık ahlaki çöküşe neden olmakta, güzellik idesi olan estetik yerini zevksizliğe, kabalığa ve basitliğe terk etmekte, iyilik saflık olarak nitelenirken, kötülük sıradanlaşmakta.

Türkiye, tarihinin en kritik döneminde eğik düzlemde yuvarlanmakta. Toplumsal kesimler gerçek temsilcileriyle birlikte sıfırdan bir inşayla "temel mutabakat"ı sağlayamazlarsa ödenecek toplumsal bedel ağırlaşacaktır.