Üçüncü Umum Müfettişliği'nin de kurulmasına sebep olacak olan Ağrı İsyanı üzerinde, taşıdığı bazı özgün niteliklerden dolayı durmak gerekir. Ağrı (Agıri: ateş fışkırtan) İsyanı 16 Mayıs 1926’da Biroye Hesike Teli'nin öncülüğünde başlar. Bu isyan, Kürt tarihinde modern bir siyasi örgütlenmenin öncülüğünde yürütülmüş ilk silahlı mücadeleydi.
Bu farklılığın temelinde, Kürt ulusal birliğine dayanan, bağımsız bir Kürt devleti kurmayı amaçlayan Xoybun (Hoybun) örgütünün varlığı bulunmaktaydı. Örgütün ideolojisi gereği, ilk defa bir Kürt örgütü, Kürdistan'ı işgalcilerden kurtarıp milli bir devlet kuracağını tüzüğüne yazıyor ve dünyaya açıklıyordu. Siyaset silahı yönlendirmiş oluyordu. Bu başkaldırıda ağa, eşraf, şeyh ve seyitlerin yanında ilk defa daha etkin olarak eğitimli, donanımlı asker ve sivil aydınlar yer alıyordu.
Gene ilk defa ciddi bir askeri eğitimden geçmiş, askeri hiyerarşiye sahip, üniformalı bir Kürt ordusu kurulmuştu. Askerlerin sipersiz şapkalarının önünde, Büyük ve Küçük Ağrı'nın kabartma resimlerini taşıyan metalden bir arma bulunuyordu.
İhsan Nuri Paşa, Kürt ordusunda genelkurmay başkanı olarak görevlendirildi. Taşnak üyesi Baron Vahan, askeri konularda danışmanlık yapıyordu. Ağrı Savaş Konseyi isimli sivil örgüt, savaşla ilgili konularda karar alıyordu. Bu Konsey, aynı zamanda bir parlamento ve temyiz mercii olarak da çalışıyordu.
Kürtler ilk defa gerilla tarzında savaşıyorlardı. Savaş olmadığı dönemlerde askerler köylerine dönüyor, üretime katılıyorlar, halkla iç içe yaşıyorlardı. Bu başkaldırıya kadınlar da etkin bir biçimde destek veriyordu. Yine ilk defa Ağrı'da özgürlük ve bağımsızlığın simgesi olarak bir bayrak kullanılmış, bu bayrak askeri karargâhın bulunduğu Yeşiltepe'ye dikilmişti.
Kürt hükümetinin etkisi altına girmiş yerlerde, örgüt sivil hayatta da örgütlenilmesi emrini vermişti. Bunun üzerine Ağrı Savaş Konseyi, egemenlik altına alınan yerlere vali, kaymakam, nahiye müdürü atamaları yapmaya başladı. Yine Kürtlerin direniş tarihinde ilk defa Ağrı'da kurulan bir mahkemede yargılama faaliyeti yürütülüyordu. Halktan alınan vergileri ve harcamaları gösteren bilançolar tutmak üzere bir mali büro oluşturulmuştu.
1926 ve 1927 yıllarında gerçekleşen çatışmalarda netice alamayan devlet, afla direnişi kırmak istedi. Teslim olan hiç kimseye ceza verilmeyecek, iş, toprak ve mevki sağlanacaktı. Devletin 9 Mayıs 1928'de çıkardığı genel affa Xoybun çok sert tepki gösterdi ve halka affın devletin geçmişte de uyguladığı bir tuzak olduğunu belirtir 23 sayfalık bir broşür dağıttı.
Ağrı savaşlarının yaşandığı süreçte devlet ile Xoybun arasında propaganda alanında sıkı bir mücadele yaşandı. 1927 yılında çıkarılan sürgün kanunuyla sıkıyönetim bölgesinden ve Bayazıt vilayetinden 1400 kadar fert ve aileleri ve bölge içindeki ağır ceza hükümlüleri batı illerine sürgün edildi.
Türkiye, ilk defa bir Kürt siyasi örgütünün emrinde savaşan ve düzenli bir orduya sahip olan, bağımsız bir devlet kurmayı hedefleyen bir isyanla karşı karşıya kalmıştı. Devleti yönetenler, isyanın yaygınlaşmasından ve ülkenin bölünmesinden endişe duymaya başlamışlardı. 28 Aralık 1929 tarihli Bakanlar Kurulu toplantısına Mustafa Kemal başkanlık etti. Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak ve Kürdistan Genel Müfettişi İbrahim Tali Öngören'in katıldığı toplantıda 1930 yılında genel bir saldırının yapılması karara bağlandı.
Bununla birlikte kurulan diplomatik ilişkiler sonucu İran ve Sovyetler Birliği ile anlaşıldı, ortak bir cephe oluşturuldu. Üç devlet 14 Temmuz 1930'da İstanbul'da yaptıkları toplantıda Kürt gerici isyanları olarak niteledikleri başkaldırıya karşı ortak hareket etme kararı aldılar. Ayrıca Suriye ve Irak da ortaklığa katılmaya ikna edildi.
Devlet Kürdistan genelinde seferberlik ilan etmiş, 60.000 asker alarma geçirilmiş, 52 keşif ve bombardıman uçağı hazır hale getirilmişti. 2 Temmuz 1930'da ordu 22.000 asker ve 52 uçakla büyük bir saldırı başlattı. 14 Eylül 1930'da Kürt ordusunun dağıtılması üzerine Mustafa Kemal Genelkurmay Başkanı'na gönderdiği telgrafta genel asayişi ve milli birliği bozan şaki ve asileri imha edenleri tebrik etti. Başkaldırıyla ilgili olarak 700 kişi yargılandı, 31 kişi idam edildi, çoğu kişi değişik cezalara mahkûm edildi.
Ağrı İsyanı'nın da bastırılmasından sonra, yönetim bölgeye iyice yerleşmek için, ideolojik bir atağa kalkacaktır. Sözgelimi 26 Eylül 1932’de Bekir–Diyarı'nda, yani Diyarbakır'da Mustafa Kemal verdiği nutukta, bu diyarın Oğuz Türkü'nün has kaynağı olduğunu, hepimizin bu yüce kaynağın çocukları olduğunu belirttikten sonra şunları söyler:
"Buraya konduğumuzdan beri ne olduğumuzu anlatmaya çalıştık ve anlatıp duruyoruz ki; Türk eli büyüktür ve yeryüzünde yalnız o büyüktür. Her yeri dolduran Türk'tür ve her yanı aydınlatan Türk'ün yüzüdür."
Mustafa Kemal'in bu sözleri ve bu sözleri sarf ettiği yer, ulus-devlet inşasına yönelik olarak kurulan Cumhuriyetin, Türk kimliğinden hareketle tek millet, tek dil, tek kültür yaratma hedefinin açık tezahürüdür. Fakat bu ideolojik saldırı, Kürtler arasındaki huzursuzlukları artırmaktan başka pek az işe yaramıştır ve Ankara da sürekli tetikte beklemektedir.
Böylece, Ağrı Ayaklanması, savaş uçaklarının da yardımıyla bastırıldıktan sonra Ankara'nın gözü Dersim'e çevrilir. 1. Umumi Müfettiş İbrahim Tali Bey, 1931 yılında hazırladığı Dersim raporunda, aşiretlerin cezalandırılmasının yetersizliğinden yakınmaktadır.
Dersim meselesine Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak'ın yaklaşımı ve çözüm önerisi ise şöyledir:
"Anayolların inşası, silahların toplanması, reislerin, bey ve ağaların, seyyitlerin bir daha gelmemek üzere Batı Anadolu’ya gönderilmeleri, reisler alındıktan sonra da en şerir olanlarının Dersim’den uzak ovalara sevki ve öz Türk köyleri içine dağıtılmaları, Dersim’de kalacak olanları da reislerden alınacak olan araziye bağlamak teşkil eder. Dersim evvela koloni gibi nazarı itibara alınmalı, Türk camiası içinde Kürtlük eritilmeli, ondan sonra da tedricen öz Türk hukukuna mahzar kılınmalıdır."
Dersim için düşünülen ıslahat ve yerleştirme planlarının ilk ürünü 1934 tarihli İskan Kanunu olur. Kanunun gerekçesinde Osmanlı’nın tek bir Türk kimliği yaratmama politikası eleştirilmektedir. Bu kanunla ilgili en çarpıcı ve cari zihniyeti gösterir açıklamalar kanunun rapor bölümünde mevcuttur:
"Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde Türk’üm diyen herkesin bu Türklüğü devlet için belli ve açık olmalıdır. Burada devlet hiçbir Türk’ün Türklüğünden bir soluk işkillenmek istemez."
Bu son cümle âdeta bugüne kadar süren zihniyetin ve bu zihniyetin yaşattıklarının temel paradigmasıdır.
Buna göre, Türkiye Cumhuriyeti kanunlarından yararlanarak merkezde ve yerelde iktidara gelenler ve bürokraside yer edinenler, yurdun bütün iyilik ve kazançlarından yararlananlar ya Türk kimliği ve kültürü içinde erimeyi kabul edecekler ya da sonuçlarına katlanacaklardır. Bunu kabul etmeyenler, yani Türklükten mutluluk duymayanlar ise hain sayılacaktır. Bu kanun Kürtlere yeni bir misyon biçmektedir: Türkçe konuşup, Türk gibi yaşamak...
Müzakereler sırasında Samsun vekili Ruşeni Bey'in Türkleştirme siyasetinin doğruluğunu ifade ederken verdiği misal kan dondurucudur:
"Tabiatta her canlının bir midesi vardır. Mide mutlaka canlı şeyler yemekle yaşar, yani yaşayan yaşayanı yiyerek yaşar. Ferdin midesi olduğu gibi milletlerin de midesi vardır. O da kümeleri ve insanları yiyerek yaşar."
Kanun bir asimilasyon kanunudur. Kanunun 2. maddesi mıntıkaları tanımlarken 2 numaralı mıntıkayı "Türk kültürüne temsili istenilen nüfusun nakil ve iskânına ayrılan yerler" olarak belirler. "Türk kültürüne temsili istenilen nüfus" ibaresi açıkça asimilasyonu öngörmektedir. Zaten Arapça bir kelime olan "temsil", benzetme, bir şeyin aynısını yapma, özümleme, yani asimilasyon demektir. Kanun Meclis'te görüşülürken muhalefet eden kimse çıkmaz, çünkü artık muhalif ses kalmamıştır.
Devam edeceğim.