Eylül geçip giderken hüznü gecikti. İnsanın hoyratlığı iklimleri, mevsimleri değiştirmekte. Doğayı vahşice tahrip eden, yeryüzünün hareketli-hareketsiz tüm canlılarını yok etmeye götüren açgözlü süreç, insanın kendisinin de sonunu getirmekte.

Yaşadığımız ailenin, çevrenin, ülkenin ve dünyanın ağır yükü... İdeolojik-dogmatik dayatmaların, kodlamaların kuşatması altında kalmanın yarattığı düşünsel, zihinsel, ruhsal sefalet.

Sanki büyük bir kafes bizi çevrelemekte. Kafesin dışına çıkarak şiir ülkesine bir süreliğine göç etmek... Ruhunu kirlerinden arındırmaya, deruni yaraları onarmaya çalışmak...

Neşesi kaybolmuş bir dünyanın içinde hüznün de esrikliği kaybolmuş gibi. Ağaçların, kuşların, böceklerin akışa bağlanmış dinginliğinin, doğadaki sessizliğin kutsal hazinesinden yayılan yeryüzü şarkılarının, dansın, neşenin ne kadar uzağındayız.

Şiirin içinden Eylül daima geçmiştir ya da Eylülün içinden şiir. Farsçada "hezan"... Zamanla hazana dönüşmüş. Hüzün hazanın özünde şiiri beklemektedir. Şairleri ölmeyen şiir ülkesinden renk renk şiirler derleyip yaralı ruhlara şifa dağıtmak bir yazarın insanlığa borcudur.

Divan şairlerinden Ahmet Paşa "Hazaniye Kasidesi"nde, yanaklara süzülen gözyaşı damlalarını hazan yaprağı üstüne düşen yağmur damlalarına benzetir. Hüzün hazana koşarken, hazan onu özlemle kucaklamaya hazırdır.

Bağdatlı Ruhi, dizelerinde iki gün gibi kısa bir süre gül zevki yaşayan bülbüle hazan rüzgârının ettiklerini anlatır: "Aşiyansuz n'eylesün gülşende bülbül Ruhiya-Derd-mendün eylemiş bad-ı hazan evin harap". (Yuvasız bülbül gül bahçesinde ne yapsın, dertli bülbülün evini hazan rüzgârı harap etmiş.)

Nabi, hazana bir görmüş geçirmişlikle yaklaşır: "Bağ-ı dehrin hem hazanın hem baharın görmüşüz/ Biz neşatın da gamın da rüzgârın görmüşüz". (Biz bu dünya bağının hem hazanını hem baharını görmüşüz, biz sevincin de kederin de zamanını görmüşüz.)

Yahya Kemal "Hazan Bahçeleri" şiirinde hüznü hazanda bulur: "Kalbim yine üzgün, seni andım da derinden/ Geçtim yine dün eski hazan bahçelerinden/ Yorgun ve kırılmış gibi en ince yerinden/ Geçtim yine dün eski hazan bahçelerinden".

Ahmet Haşim "Bülbül" isimli şiirinde gamlı hazanın seherindedir: "Bir gamlı hazânın seherinde/ Isrâra ne hâcet yine bülbül?/ Bil, kalbimizin bahçelerinde/ Cân verdi senin söylediğin gül".

Sessizliğin içinden fısıldayarak gelir Eylül. Yapraklarla yıkanırken tenimiz, hüzün saçlarımızı okşamaya başlar. Kederli bir yalnızlık, yerini yavaş yavaş kederli bir umuda bırakır. Ürkek bakışlarımız tedirgin bir maviliğe sığınır.

Mazi bir yangının içinden çıkıp gelir. Bir başka Eylül’e doğru yol alırken, aklımız zamana takılır. Ahmet Hamdi Tanpınar zamanı değil anı önemsediğini mısralarında anlatır: "Ne içindeyim zamanın/ Ne de büsbütün dışında/ Yekpare geniş bir anın/ Parçalanmaz akışında".

Sarı sisli akşamlarda yollarımızı kaybettiğimiz sonbaharlar, ayazlarda yalınayak seviştiğimiz yıldızlar. Büyürken çocuk kalan duygularımızın sancısı ve bencil hüznümüz. Zafer Akkaş, geride kalan bir aşkın Eylül'ünü anlatır mısralarında: "Di'li geçmiş bir zamandı yaşadığımız/ Adımlarımızın kısalığı bundandı/ Bundandı gözlerimin durgunluğu/ Sarı sıcak cümlelerde sözün kadar yalan/ Ellerin kadar ıssız/ Sen kadar zamansız molalar veriyordum/ Ve çocuksu bir bencillikti hüznümüz/ Eylül’dü".

Eylül hem çekici, hem kahredici, hem şehvetli, hem ürperticidir. Ahmet Altan Eylül'e nasıl aktığını şöyle anlatır: "Ben eylüle akarım/ Bir hüzün gibi akarım ben eylüle, kanayan bir aşk gibi,/ siyah şallara bürünmüş, genç bir ölüm gibi akarım./ Sevişerek, ağlayarak ve ölerek akarım ben eylüle".

Ve Altan'a göre Eylül'de her şey zordur, her şey korkutur ve her şey beklenir: "Eylülde aşk, eylülde acı, eylülde yalnızlık zordur, "Ölüm kıvırcık saçlarını hayatın göğsüne dokundurur./ Aşkı ve ölümü ben hep bu ayda beklerim./ Nasıl da mahzun ve nasıl da tehditkârdır./ Ben eylülde bütün aşklardan ve kadınlardan korkarım".

Zaman, mutluluğun bedelini istemektedir. Kısa mutlulukların ardından hüzün gelecektir. Hayatın döngüsü budur. Bu nedenle Tanpınar’ın söylediği gibi an / süre önemlidir ve bu anlar sonsuzluk gibi yaşanmalıdır.

Aşk, sevgi, dostluk. Vuslat, ayrılık, özlem. İnsanı var eden bu duygular bizden ne kadar uzak. İçimiz yaşatmanın coşkusuyla yeşereceğine, öldürmenin vahşetiyle kurudu. Ne gelen baharlar içimizde çiçek açtırıyor, ne gelen Eylüller ile umutlu bir hüznü yaşıyoruz.

Ölümlere, yıkımlara neden olan savaş kararını alanlar, insanı var eden sevgiyi unutmuş, egolarının, hırslarının tuzağında yok oluyorlar. Ama onlar yok olurken bizim bütün neşemizi, sevincimizi, mutluluk çabalarımızı, umutlu beklentilerimizi, sevme ve sevilme arzularımızı örseleyip yaralıyorlar. Yaralı yüreklerimizi korkulara tutsak ediyorlar.

"Öldür, konuşturma, sustur, yakala, tutukla" emirlerini verenler içlerine dönüp bakabilme yürekliliğini gösterebilirler mi? Ne kaldı içlerinde? Kimlere ne kadar zarar verdiler ve vermeye devam ediyorlar? İçlerinde sevgiyle öten bir bülbül kaldı mı? Bir gülü sevmenin mutluluğunu, bir gülden ayrılışın acısını duyumsayabilirler mi?

Şiddet, sevgisizlik demek. Hayatın bir armağan gibi yaşanmasına karşı çıkmak, aşkın ve sevginin mucizesini inkâr etmek demek.

Ruhlarımız körleşerek korku, acı, öfke, hırs ve intikam duygularına teslim oldu. Yalancı baharlarla kandırıldık. Şiddetle, ölümle, tahakkümle, yolsuzlukla kirlendik. Ruhumuzu nasıl arındıracağız? Hangi sağanak, hangi gökkuşağı buna yeter.

Yine de Eylül sadece hüznün, vedanın ve karamsarlığın zamanı değildir. Aynı zamanda sevgiyi ve mutluluğu yeniden var etmenin umudunu da barındırır. Özdemir Asaf bu umudu taşır: "Öyle bir ilkyaz ol ki korkut yaprakları/ Öyle bir son yaz ol ki tut yaprakları/ Sararıp dökülürken güz rüzgârlarında/ Ardında savrulsunlar, unut yaprakları/ Sevinçlerinde onlar vardı, hüzünlerinde onlar/ Seninle yeşerdiler, seninle soldular/ Olsunlar senden sonra da umut yaprakları"...