22 yıldır Türkiye'yi yöneten AKP iktidarı, 31 Mart yerel seçimleri sonucu seçmenden ilk kez esaslı bir uyarı aldı. İtirazın ağırlığı, en azından ekonomik krizin vurduğu kitlelerde bıçağın kemiğe dayandığını göstermekte.

Devlet Bahçeli'nin denetimi ve yönlendirmesi altında uygulanan tek adam rejiminin ülkeyi hukuksuzluk, yolsuzluk ve yoksulluk batağına sürüklediği açık.

Seçmenler sadece ekonomik sıkıntıların yarattığı çaresizlikle mi bir itirazda bulundular, yoksa ekonomik krizin esas nedenlerinin bilincinde olarak mı hareket ettiler? Bunu bilemiyoruz. Nevi şahsına münhasır partili cumhurbaşkanlığı sisteminin yarattığı sakıncaların farkındalar mı? Denetimsiz ve sınırlanamaz gücün keyfiliğe, despotizme, otokrasiye kayarak demokrasi, hukuk=adalet, özgürlük eksikliğine, hukuksuzluğa, çeteleşme, yoksulluk, yoksunluk ve refah kaybına neden olduğunun bilincindeler mi?

İtirazını oy verirken bilinçli yapanlar heyecan içinde geleceğe umutla bakmaya başladılar. Ancak sadece ekonomik sıkıntıları nedeniyle uyarı mahiyetinde oy verenlerle, sandığa gitmeyen küskün seçmenin görece bir iyileşme karşısında otokrasiyi desteklemeye devam edip etmeyeceği meçhul.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, cumhuriyetin dayanağı olan milli iradeyi belli bir oy üzerinden otoriter iradesinin bir aracı, hukuk dışı bir inşanın dayanağı haline getirdi. Yine genç cumhuriyette olduğu gibi ötekileştirici, kutuplaştırıcı dil, söylem ve uygulamalarla inkâr edilmiş ve eşit olmayan yurttaşlar yaratmaya devam etti.

Toplum kutuplaştırılıp parçalandı, etik değerler yitirildi, demokrasi kavramının içi boşaltıldı, hukuk adalet işlevini yerine getiremez oldu. Ekonomide tek yetkili cumhurbaşkanının ekonomist olduğunu beyan ederek irrasyonel politikalar uygulamasının çok ağır olan bedeli alt gelir grubuna ödettirildi.

Dünyada Arjantin'den sonra en yüksek ikinci enflasyon oranıyla paranın alım gücü düşerken, milli gelir dağılımında uçurum oluştu, orta sınıf fakirleşti, zengin daha zengin hale geldi.

Çoğunluğun yoksullaşmasının da, önemli bir bölümünün açlık sınırı altında hayatta kalmaya çalışmasının da tamamen siyasi tercihlerle ilgili olduğu görülmekte. Toplumsal-siyasal birliği ve barışı uzlaşma üzerinden sağlayamayan Türkiye, güvenlik eksenli politikalara dönme sonucu silahlanmak, yurtiçi ve yurtdışı askeri operasyonlar yapmak için para harcamaya başladı, refahı sağlamak yerine savaş tercihinde bulundu.

Türkiye, savunma sanayiinde yerli üretim yapmanın yanı sıra ihracat yapmaya başlasa da; üretimde yüksek oranda ithal girdi kullanılması, gelişmiş silahların ithalinin yüksek maliyeti ve gerçekleştirilen askeri operasyonların ekonomik bedelleri cari işlemler dengesinde ciddi bozulmalara neden olmakta.

Buna dış politikadaki tutarsızlıklar sonucu gereksiz yere alınan savunma silahlarının maliyeti eklendiğinde durum daha da ağırlaşmakta. Türkiye, Rusya’dan S-400 Hava Savunma Sistemi satın aldığından bu yana dış politikada ciddi bir kırılma yaşadı. Türkiye’nin F-35 programından çıkarılması ve CAATSA yaptırımlarına maruz kalması S-400 alımı nedeniyle oldu.

SIPRI (Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü) raporuna göre, Türkiye 2022 yılında 10.6 milyar dolar ile dünyanın en çok savunma harcaması yapan 23’üncü ülkesi oldu. Türkiye, savunma ve güvenlik sektörü için 2024 yılında 1 trilyon 133.5 milyar lira ödenek ayırdı.

İnsanın ve doğanın sömürülmesinin derinleşmesi olgusuyla silahlanma–savaş sarmalının bağlantılı olduğu açık. Bu nedenle dünya çapında ve Türkiye’de yoksulluk yaygınlaşıyor. Savunma–silahlanma ödeneğinde yapılacak % 10’luk bir kesinti yoksulluğu aşmada kullanılabilir.

Askeri harcamalarla ilgili tespiti yaptıktan sonra Diyanet İşleri Başkanlığı’nın (DİB) varlığına, bütçesine, harcamalarına bakıp yoksulluk–açlık sonucuyla ilgili bağlantıyı görmek gerekir.

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yapısı, bağlı vakıfları, bağışları, bütçesi, lüks makam araçları nedeniyle de eleştirilmesi gereken bir noktada. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 2023 yılı bütçesi 36.4 milyar TL iken, 2024 yılında yüzde 151’lik artış ile 91.8 milyar TL’ye çıktı. Son beş yılın verilerinde, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bütçe oranının Enerji ve Tabii Kaynaklar, Sanayi ve Teknoloji, Kültür ve Turizm, İçişleri, Dışişleri, Ticaret gibi bakanlıkları geride bıraktığı görülmekte.

Diyanet İşleri Başkanlığı, bütçeden aldığı milyarlarca liralık pay, sahip olduğu binlerce taşınmaz, yurtiçinde ve dışında yaptığı yatırımlar, 100 bini aşan istihdamı ve yönettiği vakıflar ile âdeta devasa bir holdingi andırmakta. Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün 2018 yılında yaptığı tahsisler ile Diyanet’in toplam taşınmaz sayısı 2 bin 17’ye yükselmiş durumda.

Bütçeden aldığı devasa ödenek dışında Hac ve Umre’den, yurtiçi ve yurtdışındaki kurban kesimlerinden ve sahip olduğu vakıflar üzerinden yaptığı yatırımlardan elde ettiği gelirler de hesaba katıldığında, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın devasa bir ekonomik büyüklüğü yönettiği anlaşılmakta.

Bu kadar büyük bir ekonomik yapıyı yöneten Diyanet İşleri Başkanlığı’nın gelir ve giderlerinin yeteri ölçüde denetlenemediği, şeffaflık ve hesap verebilirlik kriterlerinin uzağında olduğu da bir gerçek. Ayrıca kapitalist bir ekonomi ve otokratik bir siyasi rejimle bütünleşmiş bir devlet kurumunun İslam adına söz alması uygun değil.

Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesindeki en büyük yapılardan biri de Türkiye Diyanet Vakfı... Diyanet İşleri Başkanı tarafından yönetilen vakıf, dünyanın 145 ülkesinde eğitim, kültür ve yardım faaliyetleri yürütüyor. 1977’de Bakanlar Kurulu tarafından alınan bir kararla vakfa ‘vergi muafiyeti’ getirilirken, 2005 yılında yapılan bir düzenleme ile de Vakıf “izin almadan yardım toplayan kuruluşlar” arasına alınmış durumda.

Vakıf tarafından işletilen ülke genelinde 13 adet sosyal tesis bulunurken, özellikle vakıf bünyesindeki KOMAŞ AŞ hem yurtiçinde hem de yurtdışında yüzlerce anahtar teslim cami, müftülük hizmet binası, Kur’an kursu, öğrenci yurdunun yanı sıra okul, iş merkezi, misafirhane, hastane ve otel inşaatları yapıyor. Vakfın iştirakleri arasında RTÜK’ten yayın lisansı almış bir TV kanalı ve matbaa da bulunuyor.

Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir kurumun ayrımcılık gütmeyen, çoğulcu, katılımcı, laik bir demokraside yerinin olmadığı açık. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bütçesinin ve malvarlığının makul ölçülere çekilmesi de önemli bir kaynak yaratabilir.

Ayrıca cumhurbaşkanından başlayarak siyaset ve bürokraside şatafat, gösteriş ve savurganlıktan kaçınılması gerekmekte.

Muhalefet partilerinin ülkenin getirildiği noktada; siyasi-hukuki-ekonomik-kültürel-ahlaki çöküntünün yarattığı krizin gerçek nedenlerinin farkında olup olmadıklarını, farkındalarsa ne gibi çözümler düşündüklerini bilmiyoruz.

Bildiklerimizle, yaşadıklarımızla, deneyimlerimizle kötümser olsak bile, iyimser düşünmeye, umutlu olmaya, direnmeye gayret edelim.