24 Nisan 1915'ten itibaren Ermenilere uygulanan zulümler zincirine ister "mezalim", ister "kitle katliamı", ister "soykırım", ister "büyük felaket" deyin, yaşanan acılara, mağduriyetlere ilişkin gerçek değişmez.

İttihat ve Terakki, Osmanlı Devleti'ni yeniden inşa etmeye karar verirken bunu sorunları çözmek yerine, sorun olarak gördüğü Osmanlı vatandaşları olan Rumları ve Ermenileri ülke topraklarının dışına sürmek şeklinde yapmayı planlıyordu. Kendi iç dinamiğiyle ve siyaset kanalıyla Ermeni sorununu çözemeyen Osmanlı yönetimi, başta Rusya olmak üzere dış dinamiklerin müdahalesine zemin hazırlamış oluyordu.

Ermenilere yönelik tehcirin uygulanma yöntemi zulüm denebilecek boyutta insani trajedilere yol açtı. Bu politikaların uygulanmasında Almanya’nın çıkarlarının etkisini göz ardı etmek mümkün değil.

Almanya'nın Doğu'daki çıkarlarına yönelik politikaları ile İttihat ve Terakki'nin homojenleştirme politikaları örtüşmüştü. Hıristiyanlığı kabul etmiş ilk halk olan Ermeniler, Rus çekici ile Türk-Alman örsünün arasında ezilecekti.

Türkiye'nin Almanya'nın yanında savaşa girmesi ile birlikte Rumlara ve Ermenilere yönelik etnik arındırma politikaları uygulanmaya başlandı. 1914'te Ayvalık'ta Rum tehcirinin yapılması General Liman von Sanders'in resmi talebiyle gerçekleşti.

Enver Paşa'nın Almanlarla imzaladığı gizli Antlaşmanın ardından Von der Goltz Paşa, Türk ve Almanların katıldığı bir toplantıda Anadolu Ermenilerinin kati bir şekilde Rus sınırından uzaklaştırılıp güneye, Halep ve Akdeniz yöresine sürülmesini, bu taraflardan da Arapların boşalan yerlere getirilmesini proje olarak anlatıyordu.

1895'te başlayan ve 1909'da devam eden Hıristiyan katliamları ve etnik temizliği 1915'te doruk noktasına varıyordu. Hıristiyan liderleri provokasyonları görmezden gelmeyi öneriyorlardı. Bazı Müslümanlar da daha büyük katliamların gerekli olduğunu düşünüyorlardı.

Enver Paşa için emir-komuta dışında örtülü operasyonlar yapacak özel görev kuvvetlerinin varlığı önemliydi. Balkan Savaşı'ndan önce kurduğu, gizli bir örgüt olan Teşkilat-ı Mahsusa'yı daha sonra devlet organına dönüştürdü. Bu örgütte istihbarat subayları, casuslar, sabotajcılar, kiralık katiller bulunmaktaydı. Bu örgütün ayrıca Kürt aşiretlerinden oluşan bir milis gücü vardı. Anadolu'daki Teşkilat-ı Mahsusa, 3. Ordu'nun emrine verilmişti.

Düzenli ordunun subayları ise bu örgütten hoşlanmıyordu. Aziz Samih, hatıratında bu durumu açıkça belirtiyor: "Enver Paşa bu serseri gruplara güveniyordu. Kargaşa yaratıp köyleri yağmaladıklarını biliyordu. Bu grupları bastıramayışı zayıflığından geliyordu. Bu özel teşkilatların tüm üyeleri eşkıyalar, şeyhler, dervişler ve asker kaçaklarıydı. Bu grupların kurulmasına çok karşı çıktık. Ama Enver Paşa'ya ve İTC'nin güçlü adamı Behaeddin Şakir'e karşı koyamadık."

1915'te başlayan tehcirlerin koşulları daha önce yapılanlardan çok farklıydı. İki ay içindeki uygulamalar sadece Ermenileri değil, Doğu Anadolu'daki tüm Hıristiyanları kapsıyordu. Belirlenen yerler yaşanabilecek koşulları taşımadığı için bu tehcir yeniden iskân olarak düşünülemezdi. Bu yerlere ulaşabilenlerin sayısı da azdı. Birçok kişi doğdukları ve yaşadıkları yerleşim birimleri içinde ya da dışında hemen öldürülmüş, diğerleri yaya çıkarıldıkları yollarda ölmüş ya da öldürülmüştü. Öldürülenlerin çoğu erkekti.

Kadınlar ve çocuklar güney çöllerine doğru sürülen kafilelerin en büyük bölümünü oluşturuyordu. Vilayet görevlileri yola çıkarılanlara yiyecek, su ve barınak sağlamak için hiçbir tedbir almamışlardı.

Teşkilat-ı Mahsusa'nın devşirdiği işsiz güçsüz çeteci takımından ve cezaevi hükümlülerinden oluşan gruplar kafilelere saldırıyordu. Bürokrat-yerel siyasetçi ittifakı gasp edilen malların bir bölümünü dahiliye nezaretine gönderirken, bir bölümünü zimmete geçiriyor, gidenlerin evlerine yerleşiliyordu.

İngiliz sosyal tarihçi David Gaunt'un belirttiği gibi bu tehcirlerin amacı özgül bir nüfusu tamamen özgül bir alandan çıkarmaktı. Hızla yapılması istendiğinden gözdağı, şiddet ve zulüm unsuru artıyordu. Yeniden iskân gibi bir amaç güdülmediğinden tehcir edilen nüfusun nereye gittiği ya da fiziken yaşayıp yaşayamayacağı, yönetimi de orduyu da ilgilendirmiyordu.

Talat Paşa, yanılgı içinde son noktayı şöyle koyuyordu: "Artık Ermeni sorunu diye bir şey yok."

Ermenilerin sahip olduğu yüksek derecedeki kültür ve uygarlık, onlara yapılan bu mezalimi dünyanın gözünde çok daha korkunç hale getirmişti. Arnold Toynbee bunu şöyle belirtmekte: "Ermeniler bütün Amerika kıtasında beyaz adamın önünden çekilen Kızılderililer gibi vahşi değillerdi. Komşuları Kürtler gibi hayvancılıkla geçinen göçebeler de değillerdi. Onlar bizimle aynı hayatı yaşayan insanlar, kuşaklar boyunca şehirde yerleşmiş şehirliler ve yerel refahın başlıca mimarlarıydı. Onlar yerleşik bir halktı, doktor, avukat, öğretmen, işadamı, zanaatçı ve dükkân sahipleriydiler; akıl ve çalışmalarının sağlam anıtlarını dikmişlerdi. Pahalı kiliseler ve kökleşmiş okullar. Kadınları nazik, eğitilmişti, çünkü uygarlıkla yakın kişisel ilişkileri vardı."

Büyükelçi Henry Morgenthau, 'Büyükelçi Morgenthau'nun Öyküsü' isimli kitabında şöyle yazıyor: "İttihatçı otoriteler tehcir emrini vererek bir ırkın ölüm ilanını çıkartmış oluyorlardı; bunu iyi biliyorlar ve benimle yaptıkları sohbetlerde gerçeği gizlemeye kalkışmıyorlardı."

İngiliz siyasetçi Winston Churchill, aşağıdaki saptamada bulunuyordu:

"1915'te Türk Hükümeti, Küçük Asya’daki Ermenilerin korkunç genel katliamını ve tehcirini başlatarak sürdürdü. Bu ırkın Küçük Asya'dan temizlenmesi neredeyse tamamlanmıştı... Bu suçun siyasal nedenlerle planlanıp işlendiği her türlü makul şüpheden uzaktır... bütün bölgeler bir tek idari holokostla haritadan silinmişti. Bütün bunların insanlarca tanzim edilmesi mümkün değildi."

Harbiye Nazırı Enver Paşa'nın talebiyle Dahiliye Nazırı Talat Paşa, her şeyin sonunu belirleyen 24 Nisan 1915 tarihli genelgeyi başta Osmanlı Ordusu Başkomutanlığı olmak üzere 14 vilayetle, 10 mutasarrıflığa gönderdi.

Tutuklanan Ermeni aydınları Osmanlı kozmopolitliğinin en mümtaz ve seçkin örnekleriydi. Osmanlı siyasi hayatına katılmışlar, seçimle meclise gelmişler, her derece okulda ders vermişler, II. Meşrutiyet'te, 1876 Anayasası'nda yapılan demokratik değişiklerde rol almışlar, Osmanlı toplumunun gelişmesi için çabalar göstermişlerdi.

Aralarında eğitimci, gazeteci, doktor, eczacı, avukat, muhasebeci, din adamı, hakim, tüccar, milletvekili, şair, Türkolog, sarraf, bilim insanı bulunan bir grup insan. Dünyaca ünlü müzisyen ve din adamı Gomidas Vartabed bile tutuklanarak Çankırı'ya götürülmüş, evinde yapılan aramada belgeleri parçalanmış, bir kısmına da el konulmuştu.

Çankırı ve Ayaş'a götürülenlerin toplam sayısı, öldürülenlerin ve sağ kurtulanların kaç kişi olduğu konusunda çeşitli tespitler yapılmıştır. Nesim Ovadya İzrail'in devletin kayıtlarına da yakınlık gösteren tespitine göre bu iki yere götürülen 250 Ermeni'den hiçbir yargılama yapılmadan öldürülen 174 kişiye karşılık 76 kişi sağ kurtulabildi. Toplu infazlar devlet görevlilerinin gözetimi altında, yollarda bekleyen çapulcu çetelere yaptırıldı.

24 Nisan 1915'in ve bu tarihte İstanbul'daki Ermeni aydınlarının ölüme gönderilmesinin anlamını Rober Koptaş şöyle ifade etmekte: "Eğer Ermeni halkını koca bir beden olarak düşünürsek, 24 Nisan o bedenin başının kesilmesidir." Nesim Ovadya'nın da tespitiyle bir başkaldırıyı bahane eden İttihat ve Terakki hükümeti Ermeni toplumunun başını kopardıktan sonra suçsuz vatandaşlarını kitlesel olarak ölüme göndererek yok etmişti.

İttihat ve Terakki-Alman militarizmi suç ortaklığının kullandığı çeşitli araçlar bulunmaktaydı. Savaşa girdikten sonra, asker alma sisteminde yapılan değişiklikle askerlik yapmak isteyen gayrimüslimler ya öngörülen vergiyi ödemek için mallarını satacak ya da asker kaçağı durumuna düşecekti. Ayrıca, yol inşaatı ve başka angaryalar için Anadolu'ya gönderilen Hıristiyanlardan amele taburları kuruldu.

Kültürel alanda yapılmak istenen Ermenileri hatırlatacak eserlerin yok edilmesi ya da üzerinin örtülerek unutturulmasıydı. Bu yaklaşım tüm Hıristiyanlar için geçerliydi. Rıza Nur, hatıratında Topal Osman ile yaptığı bir konuşmayı şöyle anlatmakta: "'Ağa Pontusu iyi temizle,' dedim, 'Temizliyorum,' dedi. 'Rum köylerinde taş üstünde taş bırakma,' dedim. 'Öyle yapıyorum ama, kiliseleri ve iyi binaları lazım olur diye saklıyorum,' dedi. 'Onları da yık, hatta taşlarını uzaklara yolla, dağıt. Ne olur ne olmaz, bir daha burada kilise vardı diyemesinler,' dedim. 'Sahi öyle yapalım. Bu kadar akıl edemedim,' dedi."

Topal Osman fiili Giresun Belediye Başkanlığı (daha sonra Atatürk dönemi cumhurbaşkanlığı muhafız alay komutanı), Rıza Nur ise Osmanlı Meclisi'nde milletvekilliği yaptı (daha sonra milletvekili ve milli eğitim ve sağlık bakanlıkları). Doğu Karadeniz'de birkaç kilise dışında Rumlara ait hiçbir şey bırakılmadı. Aynı uygulamalar Ermenilerin yoğun yaşadıkları bölgelerde de yapıldı, böylece kültürel izler de yok edilmiş oldu.

 

Almanya Federal Meclisi, katliamdaki suç ortaklığını 2 Haziran 2016'da kabul etti. Bu metinden önemli alıntıları aşağıya alıyorum:

"O dönemin Jöntürk rejiminin emriyle 24 Nisan 1915'te İstanbul'da bir milyonu aşkın etnik Ermeni'nin planlı tehcir ve yok ediliş süreci başladı. Bu insanların kaderi kitlesel imha, etnik temizlik, tehcir ve evet soykırımlar tarihi açısından örnek teşkil eder ve 20. yüzyıl da dehşet verici bir şekilde bütün bunlardan müteşekkildir. Bunun yanı sıra Almanya'nın suçlu ve sorumlu olduğu Holokost'un biricikliğinin de bilincindeyiz."

"Federal Meclis, Osmanlı İmparatorluğu'nun askeri baş müttefiki olan Alman İmparatorluğu'nun Ermenilerin organize bir şekilde tehcir ve yok edilişine ilişkin Alman diplomatlar ve misyonerler aracılığıyla da gelen açık bilgilere karşın insanlığa karşı bu cürmü durdurmaya çalışmayarak oynadığı yüz kızartıcı rolden ötürü elem içindedir."

"Federal Meclis, Almanya'nın özel tarihi sorumluluğunu kabul eder. Türkleri ve Ermenileri geçmişin mezarları üzerinden birlikte barış ve anlayış yolu arayışı konusunda desteklemek de bu sorumluluğun bir parçasıdır."

"Almanya Federal Meclisi, bu vesileyle sadece tasavvur edilemez vahşilikteki cinayetlerin kurbanlarını değil, aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu ve Alman İmparatorluğu içerisinde, yüzyıl önceki güç koşullar ve o dönemin yönetimlerine karşı farklı yollarla Ermeni kadın, çocuk ve erkeklerin kurtarılması için mücadele eden insanları da saygıyla anar."

"Almanya Parlamentosu katliam ve tehcir kurbanlarının Almanya'nın rolü bağlamında anılmasının ve ülkesindeki Türk ve Ermeni kökenli yurttaşları arasında arabuluculuk yapmasının entegrasyona ve bir arada barış içinde yaşama da katkı sağlayacağı görüşündedir."

"Almanya'nın kendi tarihi tecrübesi, bir toplum için tarihinin karanlık sayfalarını ele almanın ne derece zor olduğunu göstermiştir. Öte yandan tarihin dürüstçe ele alınması hem toplum içerisinde hem de başkalarıyla barışmanın en önemli temelidir."

 

Hakikatleri gizleme ve inkâr üzerine kurulan bir düzen devleti toplumu hastalandırır ve çürütür. Türkiye siyasetçilerinin, akademisyenlerinin, gazetecilerinin, tarihçilerinin ve din adamlarının toplumun hakikatlerle yüzleşmesini sağlayacak yönde gayret göstermeleri gerekmekte.

Hakikatle yüzleşmek özgürleşmek demektir. Yaşanan acıların müsebbibi olanları atalarımız olarak kabul edip savunmak bize onur getirmez. İTC'nin ileri gelenlerinin ve bunlara bağlı kadroların, çetelerin ve çapulcuların eylemlerini sahiplenmek ve savunmak insani ve ahlaki bir tavır değildir.

Türkiye, yaşatılan mezalim ve katliamları kabul ettiğini ve bundan dolayı toplum ve devlet olarak en yüksek insani değerler olan hakikat, adalet, barış ve insaniyeti savunduğunu, geçmişte bunu yapanların zihniyet ve eylemlerini mahkûm ettiğini bütün dünyaya duyurmalıdır.