Fransız siyaset bilim uzmanı Benjamin Gourisse, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti'nin tarihinde devlet kesimleri, politik ve ekonomik kesimler, legal ve illegal kesimler arasında iç içe geçişler ve üst üste binmelerden oluşan akışkan bir manzaranın oluştuğu tespitini yapmakta.

Sözkonusu olan, devleti fethedilmesi gereken bir yer ve başka arenalarda kullanılabilecek kaynakları biriktirme olanağı veren bir mevkiler bütünü olarak görme anlayışı. Çoğul konumlanışların ve paylaşılmış çıkarların bulunduğu bir arena.

Aslında devletin tekçi ideolojisine dayalı kamusal icraat programlarının geliştirilmesi ve yürürlüğe konulması resmi aktörlerle kamu icraatının hedef kitlesi konumundaki kesimlerin üyeleri arasındaki bir dizi alışveriş ve anlaşmaya dayanmakta.

Devletin asli görevleri arasında yer alan güvenlik konusunda dahi, resmi aktörlerle toplumsal güçler arasındaki anlaşmalar yetki devri biçimine dönüşmekte. İmparatorluk'tan bu yana resmi aktörlerin; ekonomik gruplar, aşiretler, tarikat ve cemaatler, mafya örgütlenmeleri ve sabıkalı suçluların resmi veya gayriresmi olarak yetkilendirilmesine yönelik mekanizmalar kurdukları görülmekte.

İmparatorluk'ta kolluk gücü olarak zaptiye, düzensiz şiddet olaylarıyla mücadele etmek yerine, düzene uyulmasını sağlama gücüne sahip fedailere, örgütlü çetelere ve milis kuvvetlerine dayanarak şehirde sözünü geçirebiliyordu.

19. yüzyıl sonunda II. Abdülhamit bazı Kürt aşiretlerini devletin müttefiki haline getirerek Hamidiye Alayları'nı kurdu ve devletin bazı yetkilerini onlara devretti. Bu alaylar süvari subayları tarafından eğitildi, aşiret reislerine rütbe verilerek maaşa bağlandı. Sözkonusu yapılanma Ermenilere karşı kullanıldı. Böylece Güneydoğu Anadolu'da yaşayan Ermeniler, dinsel karşıtlık üzerinden Kürtlerin bir bölümüne kırdırılmış oldu.

Aynı geleneğin devamı olarak 1980'li yıllarda, PKK'ya karşı savaşın yoğunlaştığı dönemde, devlet bir kez daha tenkil sürecinde sivil destek arayacak, İçişleri Bakanlığı'na bağlı köy koruculuğu kurumu kurulacaktı. Halen yetki kullanan silahlı ve üniformalı köy korucularının maaşları hazineden ödenmekte.

Jön Türkler de azınlıklara karşı temellendirdikleri ideolojilerini devletin baskı aygıtı haline getirdiler, bunun zeminini de İttihat ve Terakki üzerinden yarattılar. Bu örgütün askeri önderi olan Enver, milliyetçi Balkan komitalarının ayaklanmalarını bastırmada gayrı nizami savaş içinde birçok çete savaşına katılmış olması nedeniyle, Anadolu'da da halkı uyandırarak Bulgar çetelerine benzer çeteler oluşturma fikrine kapılmıştı.

Nitekim Teşkilat-ı Mahsusa örgütü, yine bu örgütün özel harekât timi olan "Emirber Çeteler" diye bilinen fedailer grubu bu düşüncenin ürünü olarak oluşturuldu. Genelde İstanbul'da yaşayan ve asker olmayan kişilerden oluşan bir nevi milis gücüydü. Bu milis gücünü oluşturan kişilerin arasında bıçkınlar, kabadayılar, tulumbacılar, mahkûmlar, imamlar, şeyhler, hamallar, mavnacılar gibi sivil insanlar vardı.

Fedailer örgütünün nizamnamesindeki düzenlemeler gizli devletin de amaçlarını ortaya koymaktaydı. Bu örgüt birçok siyasi cinayet işleyerek, devlet iktidarını bu cinayetlerin yarattığı terörle güçlendirdi. (Suat Parlar – 'Osmanlıdan Günümüze Gizli Devlet') Rumlara ve Ermenilere yönelik tenkil, imha ve katliamlarda bu örgütlenmeler içinde bulunan özel aktörler kullanıldı.

İttihatçılar işi, yargısız infazdan özel işkence yerleri açmaya kadar (Bekirağa Bölüğü – İ.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi) götürdüler. İşkence aletleriyle donatılan bu binalarda vatan haini ilan edilen muhaliflere her türlü işkence yapıldı. Devlet terörünü alabildiğine kullanan İttihatçılar, cezaevinde tutuklu bulunan siyasi muhaliflerden bazılarını güç gösterisi amacıyla cezaevinden çıkartıp yargılamadan idam edebildiler. Devlet kurumları ise bu örgütleri perdeleyerek destek verdi.

Türkiye'de 1980 öncesi sağ-sol çatışması zirveye çıkarken, Kahramanmaraş katliamı askeri darbeye giden yolu açtı. "Komünist ve Alevilerin Sünnileri katledeceği" iddialarıyla 23 Aralık 1978'e gelindi.

"Bir Alevi öldürmenin iki kez hacca gitmek kadar sevap kazandırdığı" yolundaki fetvalar ve "Komünistlere ölüm", "Müslüman Türkiye" benzeri sloganlar eşliğinde, Alevilerin yaşadığı mahalleler Ülkücü gençliğin de aralarında bulunduğu gruplarca otomatik silahlarla tarandı,  işaretlenen bazı evler yakıldı. Halkla çatışmayı önleme gerekçesiyle, zaten askerle birlikte hiçbir ciddi önlem almayan polis sokaklardan tamamen çekilince cinayetler katliam boyutuna ulaştı.

MHP Genel Başkanı Alpaslan Türkeş'e göre, ülkücüler güvenlik güçlerine yardım etmekteydi. Sonuçta sıkıyönetim ilanıyla birlikte askeri darbenin yolu açılmış oldu. Askeri darbeden sonra tutuklanan ülkücüler devlet tarafından istismar edildiklerini beyan ettiler. Nitekim Agâh Oktay Güner, sitemini, "Fikirlerimiz iktidarda, biz içerdeyiz" sözleriyle belirtti.

1980'li 1990'lı yıllarda güvenlik kurumlarınca oluşturulan PKK'ya karşı vurucu güç olarak kullanılmak üzere sağcı militan ve milislerin de içinde bulunduğu özel harp örgütlenmelerinin eylemleri insan hakları ihlalleriyle birlikte anılmakta. Bu yapılanmaların şeffaflığı ve hesap verebilirliği ise bulunmamakta.

Linç eylemlerinde paramiliter güç olarak kullanılan kesimlerin varlığı da belirttiğimiz zihniyet ve pratiğe bir örnek olarak verilebilir.

Devletin güvenlik alanında görev yapan resmi aktörlerle, bunlarla ilişki içinde bulunan ve illegal yetkiler kullanan özel aktörler insan hakları ihlalleri sonucu işledikleri suçlar nedeniyle yargılanıp cezalandırılamamaktalar. Bu da sözkonusu aktörler bakımından cezasızlık sonucunu doğurmakta ve insan hakları ihlallerini çoğaltmakta.

Sonuç olarak, devletin asli görevlerinden olan güvenlik alanında özel aktörlere yetki devredilmesi uygulamalarında süreklilik olduğu, İmparatorluk'tan bu yana bu durumun devleti karanlığa doğru derinleştirip hukuk dışına çıkaran bir gelenek olarak tevarüs edildiği anlaşılmakta.

Siyasi, ekonomik, sosyal talepleri güvenlik boyutu üzerinden paramiliter unsurları da kullanarak bastırma zihniyeti ve pratiği, çağrı yapıldığında her an silahlarıyla ortaya çıkabileceklerini belirten özel yapılanmaların varlığı, isimleri illegal eylemlerle anılan ve iktidar partileriyle yakın ilişkiler içinde olan mafya türü örgüt liderlerinin beyanları AKP iktidarı döneminde de hiçbir şeyin değişmediğini ve Türkiye'nin neden bir hukuk devleti olamadığını açıkça göstermekte.

Güvenlik alanındaki açıklanan durum yanında devlet alanının çıkarlar bağlamında anlaşmalar çerçevesinde paylaşılmasına en çarpıcı örnek siyasi partilerin partizanca atamalar yapabilme bakımından sürekli olmasa da oynadıkları merkezi rol gözükmekte. İktidardaki partiler, devlet memurlarının atama ve terfi yetkisini liyakat esasını gözetmeden kendilerini destekleyenlere yönelik etkili bir ödüllendirme yöntemi olarak kullanırken idareyi de kendi yanlarına çekmeyi sağlamaktalar.

Bu durumda devlet ele geçirilecek bir kurumlar topluluğu olarak görülmekte. Şekillenen genel devlet yapısı içinde hükümetteki makamlar bir ekonomik ve toplumsal kaynaklar bütününe erişme imkânını temsil etmekte.

Nihayet, tarihsel olarak, ekonomik politik tercihlerden en çok yararlanan ve bu nedenle sözkonusu politikaların belirlenmesine etkili bir şekilde katılan ekonomik çevreler ile iktidarlar arasında güçlü ilişkiler bulunmakta.

1920'li yıllardan itibaren üretim araçlarının ve ekonomik faaliyetlerin çoğunluğunu devletçilik ilkesi doğrultusunda elinde tutan tek partili devlet iktidarı ile ilişki kurarak bundan yararlanan bir milli burjuvazi oluştu.

Milli burjuvazi kamu iktisadi teşekkülleri aracılığıyla piyasa tekelleri, ithalat imkânları elde etti, uygun koşullarda kredi aldı. Bunun sonucu işveren örgütleri ve ticaret odaları devlet alanında uzlaşma süreci yaratarak ekonomik politikaları belirleme imkânına sahip oldular.

1980'li yıllardan bu yana ekonomi politikasında neoliberal tercih sözkonusu olduğundan kamu kurumlarıyla ekonomik gruplar arasındaki etkileşimler yeniden şekillenmiş oldu. Bu durum devletin ekonomiden geri çekildiği gibi algılansa da gerçek durum böyle olmadı.

Ekonomik güç grupları iktidardaki partilerle daha yakın ilişkiler kurdular. Genç Cumhuriyet'te olduğu gibi ekonomik gruplar büyümek için siyasi iktidara yakın olma geleneğini sürdürmekteler.

İktidarın politik beklentileriyle, ekonomik grupların iktisadi çıkarlarının bütünleştirilmesi, iktidar partisine yakın durma bağlamında mekanizmalar üretilmesine katkı yapmakta. AKP iktidarına yakın duranlara ya da bir dönem Gülen hareketine mensup olanlara sağlanan imkânlarla yeni ekonomik grupların oluştuğu bir gerçek. Bugün ise bu ekonomik gruplara birçok tarikat ve cemaatin katıldığı bilinmekte.

Toplu Konut İdaresi Başkanlığı (TOKİ) örneği de devletin müdahale alanının daralmadığını, daha çok yeniden tanımlandığını göstermekte. İnşaat alanında kamu arazilerinin özel piyasaya transferinin sorumluluğunu üstlenen TOKİ özel-kamusal işbirliğinin başaktörü durumunda.

Güvenlik, siyaset ve ekonomi alanında çizilen bu çerçevede devlet yapısı, toplumdan görece bağımsızlaşmış bürokratik bir örgütten çok, bir iktidar sahası görünümüne bürünmekte.

Bu nedenle her türlü kesim güç kazanmak, ekonomisini büyütmek ya da ideolojisini dayatmak üzere devlet alanını fethedilmesi gereken bir yer olarak görmekte ve bu alandaki güç çatışmalarından kendi yararına çıkarlar elde etmeye yönelik uzlaşmalara gitmekte.

Bütün yetkilerin merkezde, hatta bugünkü sistemde merkezdeki tek kişide toplandığı bir ülkede devlet iktidarı alanında cereyan eden güç ve çıkar elde etmeye yönelik çatışmaların hukuk zemininde çözülmesi, hukuk devletinin gerçekleşmesi, insan haklarının hukuk güvenliği altında bulunması mümkün gözükmemekte.

Türk modernleştirmesi demokrasi ve hukuk devletini içermediğinden, çevreden gelen muhafazakâr temsilciler de kravat takıp, AVM ve şekilsiz gökdelen dikmeyi becerdiler ama tıpkı modernleştirmeciler gibi hukuk bilincine, demokrasi kültür ve geleneğine sahip olmadıklarından çoğulcu, katılımcı, özgürlükçü ve hukukun üstünlüğüne dayalı bir demokrasiyi inşa etme erdemini gösteremediler.