2023 Mayıs seçimleri sonrasında Cumhurbaşkanı Hükümet Sistemi’nde, yeni bir aşamaya geçişin hazırlığı başladı. Bu hazırlığın en önemli siyasal ayağının bir bölümünü yeni anayasa tartışması, yasal değişiklikler ve idari düzenlemeler oluşturmaktadır.

AK Parti lideri ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan seçim başarısızının yarattığı moral üstünlüğü, kendi siyasal ve toplumsal ajandası için fırsata çevirme siyasal hünerini göstermek için kollarını sıvadı.

Cumhurbaşkanı Hükümet Sistemi’ni revize etmeye dönük bu adımların, bugünün ittihatçı anlayışıyla otoriter yönetimlerini muhkemleştirme, toplumsal yaşamı moderniteden uzaklaştıran bir tarzda tepeden tırnağa biat kültürüyle dizayn etme ve ülkeyi kendileri için “dikensiz gül bahçesine dönüştürmeyi” hedeflediği çok açık.

Bu bağlamda Cumhur İttifakı’nın yeni dönem planlamasında, Osman Kavala ve Gezi davasının münhasıran bir yere sahip olduğunu, Anayasa Mahkemesi kararlarına, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına meydan okuyan Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin kararıyla anlamış olduk. Muktedirler ve yargıçlar için beş insanın hayatıyla oynamanın, hukuku ayaklar altına almanın ne kadar kolay olduğunu bir kez daha gördük.

Baştan Gezi Davası tartışmalarında düşülen iki yanlışa ilişkin şerhimi belirtmek isterim. İlki, herkesin malumu olduğu üzere, Gezi Davası çok bariz şekilde, cumhuriyetin son yılında, yeni dönem ittihatçıların icat ettiği siyasal davaların en göz önünde olanıdır.

Bu nedenle, Kobani, HDP davası gibi uluslararası sözleşmeler, hukuk, anayasa ve yasalar çerçevesine sıkıştırılmış bir tartışma ve yaklaşımla sorun kavranamazdı ve sonuç alıcı olamazdı. Cumhurbaşkanının bu davaların her aşamasında çok yakından müdahil olması da ayrıca bu durumun açık göstergesidir.

Esas mesele...

Yasal, anayasal ve hukuk çerçevesinde yapılacak hiçbir mütalaa Osman Kavala hakkında ağırlaştırılmış müebbet, Çiğdem Mater, Can Atalay, Tayfun Kahraman ve Mine Özerden hakkında 18’er yıl hapis cezası verilmesini izah edemez.

Gezi direnişinin yasal, anayasal, hukuksal ve uluslararası sözleşmeler, kurumlar karşısında ne anlama geldiğini, bu karara ortak olan her kademe yargıçların ve siyasi karar alıcıların farkında olduklarından hiç kuşku yok. Süreç yargı süreci olarak görülmedi ve işletilmedi, aksine tam bir siyasi süreç olarak işletildi, görüldü.

2017 sonrası yeni rejimin inşasında gerekli görülenler yerine getiriliyor. Beraat kararı veren, mahkeme kararlarına Osman Kavala’nın tahliyesi istemiyle şerh koyan hakimlere, “görevde kayıtsız kalmak, delilleri yeterince incelememek, karar öncesi üçüncü kişilerle paylaşmak” gibi uydurma gerekçelerle HSK tarafından açılan soruşturma, görevden el çektirme veya başka bir yere atamak gibi yöntemlerle terbiye edilip siyasi ayar verildi.

Ağırlaştırılmış müebbet cezası, idam cezasının kaldırılması ile Türk ceza sistemine girdi. Müebbet cezanın affı olabiliyor ama ağırlaştırılmışın olamıyor. Yargıtay 3. Ceza Dairesi üyelerinin oybirliği ile aldıkları kararda, diğer şüphelilerin de Osman Kavala gibi ağırlaştırılmış müebbet cezaya çarpılması gerektiğini ifade etmiş olmaları göz ardı edilemeyecek bir detaydır.

İkinci şerhim, Gezi Davası aslında bir Osman Kavala davasıdır. Yeni İttihatçıların başı ve yandaşları Osman Kavala’yı cezaevinde tutabilmek için darbe girişimi, casusluk, terör örgütü yardımcılığı ve Gezi yöneticiliği gibi bir dizi suçla plan yaptılar. Sonunda FETÖ’cülerin telefon dinlemelerinin tapeleri dava savcısının ifadesiyle yeniden “kıymetlendirerek” 5 yıl sonra Gezi davası açıldı. Bu anlamda diğer şüphelilerin cezalandırılması, Osman Kavala’nın hayatının karartılmasının acı verici, ağır ve elverişli araçları olarak kullanıldı.

İktidar Gezi direnişini Osman Kavala ile simgeleştirirken, birden çok hedefle hareket etti. İlki, hiç kuşkusuz derin hukuksuzluk, büyük kötülük, insan yaşamını değersizleştirme ve iktidara biat etmiş her kademe yargıyla toplumu çok yönlü teslim almaktır. Sivil toplum çalışmaları, Türkiye’nin sokulmak istenen yörüngesine uygun olarak etkisizleştirildi.

Bütün bunların ötesinde, devletin, Türklük yeniden ihya edilerek inşa edilen yeni rejimin çıban başı olarak algıladığı, tehdit unsuru olarak gördüğü toplumsal farkındalık yaratmaya yönelik her türlü çalışmayı baltalamak, zora sokmak yoluyla Türkiye, başka bir ülke olma yoluna sokuldu. Hukuk sıfırlandı, adalet askıda, eşitlik ve özgürlükler hak getire.

İktidar, “yeni dönem Türkiye”sinde Osman Kavala’yı tehdit unsuru olarak kodladı. Cumhuriyetin toplumsal yaralarını sarmaya yönelik sivil toplum çalışmaları, unutulmaya terk edilmiş bu toprakların kültür mirasının gün yüzüne çıkarılması, neredeyse bütün komşularıyla çatışmalı Türkiye’nin sorunlarıyla yüzleşmesini amaçlayan çalışmalar sadece iktidarı rahatsız etmemiş gibi görülüyor. Bu çalışmalarının, Osman’ın daha geniş bir kesimin gözüne batmasına yol açtığı açığa çıktı. Yeminli AK Parti karşıtları iktidarın işini kolaylaştırıcı bir tarzda sessizce izlediler.

Bugün Hatay Milletvekili Can Atalay’ın milletvekilliğine son verilmek istenmesine karşı Hatay’dan Ankara’ya yürüyüş yapan TİP Genel Başkanı Erkan Baş’ın izlendiği gibi.

İktidar için esas mesele, başarısızlığa uğramış, yenilmiş Gezi’den daha çok araçsallaştırılmış bu tehdit algısıdır. Gezi’nin iktidarda yarattığı korkunun çok ötesindeki boyutu görülmedi. Bazı Geziciler, Osman Kavala’ya üvey evlat muamelesi çekti. Birlikte sofrada oturmuş bazıları, çeşitli nedenle Osman’a “olağan şüpheli gibi” davranıldı.

Osman Kavala şimdi, “makbul vatandaş olmamanın” cezasını çekiyor. Çok dilli, çok kültürlü, çok inançlı ve çoklu etnik yapılı Türkiye’nin barış, adalet ve eşitlik içinde bir arada yaşamışının toplumsal zemini güçlendiren sivil toplum çalışmaları yapmasının, sınıfına “ihanet etmesinin” ve dünya insanı olmasının bedeli ödetiliyor.

Esas meselede budur. Türkiye’nin toplumsal değişim, dönüşüm ve demokratikleşme özlemine gem vuruldu. Tebaa toplumu yaratma yolunda ilerleniyor.

(Politik Yol)