Yerel seçimlere az bir zaman kaldı. Ama ülke hâlâ seçim havasına tam girmiş değil. Bunun bir nedenini de muhalefetin 2023 Mayıs seçimlerinde, 22 yıldır iktidar olan partiyi değiştirme fırsatını yeterince değerlendirememesi, ardından kurdukları ittifakları dağıtmaları ve her birinin kendini eski mahallesine hapsetme gayretini öncelemeleri oluşturuyor.

İktidarın uyguladığı siyasi, ekonomik, kültürel, sosyal politikaları beğenmeyen, yanlış bulan, mağduru olan sosyal, siyasal kesimlerde umutsuzluğun yoğunlaştığı koşullarda yerel seçimler yapılıyor.

Her parti, kendini saydırmakla meşgul görünüyor. Muhalif seçmen iki şeye odaklanmış durumda. Birincisi, Mayıs seçimlerinin hemen sonrasında İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı'nı almayı önündeki hedef olarak ilan eden iktidar partisinin bu hedefine ulaşıp ulaşmaması ve partilerin aldıkları oy. Bu, aynı zamanda mevcut kontrolsüz iktidarın frenlenmesi ihtimaline ve olanaklarına dair bir gösterge olacak.

İkincisi ise, iktidarın kayyım atadığı belediyelerin seçim bölgelerinde sandık sonuçlarının nasıl olacağıdır. Kürt seçmenin buna odaklanmış olduğu görülmektedir.

Muhalefet partileri, bu yerel seçimlerde kendi siyasi mahallerine çekilirken, gündemlerinin, önceliklerinin ve odaklandıkları konuların çok farklılaşmış olduğu gözlemleniyor. 'Batı ile Doğu' fazlasıyla farklılaşmış, birbirinden kopmuş görünüyor.

Ülkenin sorunlarının öncelik sıralamasında ortaklaşmayanlar, ortak çözüm arayışına doğal olarak yönelemezler, ayrı ayrı yollarda ilerlemeye çalışırlar.

Bunun sonucunda ise, iktidarı sandıkta yenecek toplumsal enerjiyi açığa çıkaramadıkları için kendilerini başarısızlığa mahkûm ederler. Bu, toplumun ruhen ve siyaseten bölünmesidir.

Bu yeni ortaya çıkmış bir sorun veya durum değil. Diyarbakır ve İstanbul'un kamuoyu, siyasal gündemi ve öncelikli dertleri çok uzun yıllardır hep birbirinden farklı. Bunun ortaklaştırılması başarılamadığı sürece, ülkenin kötü gidişatını durdurmak mümkün olmayacaktır. Bu hususun Mayıs 2023 seçimlerinde anlaşılmış olması gerekir.

1999 model cezaevi hukuk sistemi

Geçen hafta sonu İstanbul'da katıldığım bir toplantı şunları düşündürdü. Ev sahibi Özgürlük İçin Hukukçular Derneği (ÖHD) idi.

"Tecrit Siyasetine Karşı Barış ve Özgürlük Mücadelesi" başlıklı konferansta yüzden fazla katılımcı vardı. Ancak Türk medyası temsilcisi, aydın, akademisyen, siyasetçi ve hak savunucusu parmakla sayılacak kadar azdı.

İnsan hakları savunucularının, avukatların, gazetecilerin sunum yaptığı konferansta; benzer sorunları yaşamış, benzer süreçlerden geçmiş Güney Afrika'dan Kisten Govender, Bask bölgesinden Urko Aiartza Azurtza ve İtalya'dan Giçnni Topnoni kendi ülkelerinin barış arayışı tecrübelerini aktaran sunumlar yaptılar.

Türkiye'de konu ve sorun Abdullah Öcalan olduğunda; Kürtler ve bir avuç insan hakları, hukuk savunucuları dışında, her kesimden, her görüşten siyasetçi, akademisyen, aydın için hak, hukuk, adalet, insan hakları, yasalar, uluslararası sözleşmeler, ulusal ve uluslararası mahkeme kararları kor ateş topu muamelesi görüyor. Yok hükmündeler.

Sözkonusu olan; 25 yıldır özel hukuk ve sistemle oluşturulan bir cezaevinde, ailesiyle, avukatlarıyla görüştürülmeyen, 36 aydır kendisinden hiçbir haber alınmayan, kendisiyle birlikte kalan diğer üç kişiye de aynı muamele yapılan, etten kemikten bir insan, bir canlı olduğu gerçeğinin göz ardı edilebilmesidir.

Üstelik bütün bunların, hâlâ ve birçok şeye rağmen Kürtlerin ciddi bir kesiminin kendisini barış ve çözüm adresi olarak tanıdığı koşullarda gerçekleşiyor olması dikkat çekici. Bu sessizliğe ve tepkisizliğe 'en baba' ve keskin muhaliflerin farklı bahane ve gerekçelerle dahil olmaları veya davranış ve yaklaşımlarında devletin, resmi bakış ve yaklaşımının baskın bir tonda hâkim olmasıdır.

Sorunu, en temel insan hakkının ve hukukunun ihlali edilmesi oluşturduğu 25 yıldır anlaşılmış değil. 1999 yılında Abdullah Öcalan için kurulan İmralı tecrit sisteminin Türkiye'yi nereye doğru sürüklediğini hâlâ tartışabilir, konuşabilir durumda değiliz. Bu durumun ülkenin siyasi krizinin çözümünün önündeki en önemli bariyerlerden birini oluşturduğunu kavrayabilmiş değiliz.

1999 yılında geliştirilen cezaevi ve hukuk sistemi, bugün iktidara yüksek sesle itiraz eden, onu rahatsız eden siyasal muhaliflerin doldurulduğu bütün cezaevlerinde bir biçimiyle uygulanıyor, hukuksuzluk dört bir yanı sarmış durumda.

Umut Hakkı

Kürt siyasetçi Gültan Kışanak, Ayla Akat gibi, anayasal tutukluluk süresi dolmuş, infaz süresi dolmuş yüzlerce Kürt muhalif, çeşitli eften püften bahanelerle tahliye edilmiyorlar, idari ceza veriliyor, infazları yakılıyor. Bu bir cezaevi rejimidir. 1999 özel cezaevi konseptinin ürünüdür. Tecrit uygulamasının bir parçasıdır. Ayrımsız genel siyasi affı savunacak cüreti göstermeden, ülkenin cezaevine dönüştürülmesinin önüne geçilemeyecektir.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin; Anayasa Mahkemesi'nin son yıllarda vermiş olduğu çeşitli ihlal kararlarına benzer nitelikteki, İmralı sistemiyle ve farklı kişiler hakkında, farklı tarihlerde verdiği Umut Hakkı kararı önemlidir. Bu kararı en azından birlikte savunabilecek bir politik ortak noktaya ulaşılamadığı sürece, Türk demokratik muhalefeti yerinde saymaya devam edecek.

Buna benzer onlarca örnek verilebilir. Demokrasi güçlerinin, farklı gündemlerini ortak payda ekseninde buluşturmalarından başka yol yok. Bugünkü durumun muktedirlerin işlerini kolaylaştırdığını yerel seçim tartışmalarında çok sık görüyoruz.

Bunlardan biri ya da başlangıcının, tüm hükümlüler için uluslararası hukuk terminolojisinde müebbet veya ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası alan hükümlüye serbest kalma imkânının tanınması olan Umut Hakkı'nı ortaklaşa savunmak olması pekâlâ mümkün. Tabii barış ve yaşam hakkının kutsallığına inanıyorsak.

(Yeni Arayış)