Kürt sorunu neden çözülemedi sorusunun akla gelen ilk kestirme yanıtı, Cumhuriyet’in ikinci yüzyılına girdiğimiz bir dönemde, akademi ve siyaset büyük ölçüde “1923 model Cumhuriyet’in kurucu felsefesinin ruhunu geri çağırma seansları düzenlemekle meşgul demek, yeteri kadar açıklayıcı olsa gerek.

Çözüm girişimlerinin başarısızlıkla sonuçlanması ise, çatışmanın taraflarının “çatışmanın çözümüne ve barış sürecine” gerçek anlamda hazır olmamasıdır. Çatışma çözümü ve barış sürecini tırnak içine almamın nedeni ise, bu iki tanımın Türkiye’de birbirinin yerine farkında olunmadan çok sıkça kullanılması ve iç içe geçirilmesidir.

Bütün diyalog, müzakere, çatışma çözümü ve barış dönemleri; birbirinden farklı özelikleri olan, her biri kendine has hassasiyetleri olan, buna göre tasarımı olan dönemler olarak yaşanmıştır.

Bizde “çözüm süreci” ve “milli birlik ve beraberlik” dönemlerinde bunlar hep iç içe geçirildi, yanlış tasarımlar yapıldı, yanlış toplumsal ve siyasal beklentilere girildi.

Türkiye’de son on yıla kadar bu dünya deneyimleri ile ilgili ne siyasi aktörler ne zayıf da olsa var olan barış/çatışma çözümü çalışan sivil toplum kurumları ne akademi dünyası ne de diğer toplumsal kesimler yeterince bilgiye sahiptiler.

Dünya deneyimleri ve barış/çatışma çözümü çalışmaları konularında sınırlı sayıda yapılmış değerli akademik çalışmaların kıymetinin anlaşılmasının, bilinir olmasının önünde engeller bulunmaktadır. Özellikle Türkiye toplumunun her kesimine hâkim olan, sorunlara “yerli ve milli” çözüm bulmak gibi, yanlış ve dünyadan kopuk bakış açısı ciddi bariyer oluşturmaktadır.

Yanlış tasarım

Kürt savaşının/çatışmasının 1990’lı yıllarda ulaştığı boyut, her kesimde yarattığı derin toplumsal travma ve ağır toplumsal tahribat, çok boyutlu ve Türkiye’nin iç sorunu olmasının çok ötesinde bir mahiyete sahiptir. Bu durum, sorunun daha da genişleyerek bölgesel ve küresel mahiyet kazanmasına yol açmıştır.

Nitekim, yabancı ülke yetkililerinin, akademik çevrelerin, sivil toplum uzmanlarının çözüm sürecinde doğrudan rol üstlenmeleri istenmedi. “Oslo süreci” tecrübesi bahane edilerek, çözüm sürecinin zorunlu bir gereği olan ve üçüncü göz olarak tarif edilen gözlemci heyetinin tamamının “yerli ve milli” isimlerden olması bizzat Abdullah Öcalan tarafında dillendirildi. Hâlbuki uluslararası deneyimlerin tamamında uluslararası farklı aktörler görev almışlardır. Hemen hemen hepsi önemli roller oynamışlardır, tarafların uzlaşmasını ve ortaya çıkan çeşitli krizlerin çözümünü tecrübeleriyle kolaylaştırmışlardır.

Bu yerli ve milli yol izleme yaklaşımı ile sorunu “biz bize çözelim” tarzında bir model hayata geçirilmek istedi. İlk önce yasama organı işlevsizleştirildi; devamında ise akademi, medya ve sivil toplum araçsallaştırıldı. Doğrusu bu araçsallaştırmaya sivil toplum, medya ve akademide ciddi bir itiraz da olmadı, daha çok kabulleniş oldu.

Bunun en tipik örneklerinden biri Akil İnsanlar Heyeti’nin bileşiminde ve heyetin çalışmalarının değerlendirilmesi/değerlendirilmemesinde yaşandı. Kıymeti bir çalışma, tamamen toplumsal algıyı şekillendirme ve tarafların tekil siyasal bagajlarının öncelikli hedefine ulaşmasına hizmet eder şekilde tasarlandı ve değerlendirildi. Bu çalışma, çözümün toplumsal zeminini genişletme, güçlendirme hedefine odaklı tasarlanmış ve yürütülmüş olsaydı, süreçte ortaya çıkan sorunlar ve krizler daha sahici ve kolay çözülürdü. Çözümü tıkayan güvensizlik giderilerek çözüm süreci ilerletilebilirdi.

Çözüm sürecinin başarıya ulaşamaması, yanlış mimarinin ve tecrübesizliğin yol açtığı bir sonuçsa da esas belirleyici olanın Kandil ve Ankara’nın siyasal öncelikleri, hedefleri ve beklentilerinin çok farklı olması, birbiriyle çatışması ve bunu giderecek bir yolun tercih edilmemesidir.

Bu konuda en derin farklılık ve sorun, Suriye’de/Rojava‘da yaşandı. Kandil, Suriye’de, Kürtlerin anayasal bir statü kazanmasına yaslanarak, Ankara’yı kendi hedefleri doğrultusunda zorlayacak bir güce ulaşma beklentisiyle çözüm sürecine yaklaştı.

Ankara ise; PKK’nın silahsızlandırılması, Suriye’de Kürt güçlerin İslami muhaliflerle ortaklaştırılması ve Türkiye içinde (Başkanlık sistemine geçişte) kendine sadık müttefik yaratmak hayaliyle çözüm sürecine yaklaştı. Zaman ve fırsatların doğru değerlendirilememesi, doğru araçlar ve siyasal mekanizmaların oluşturulmaması sonucu, tarafların bu birbirine zıt hedeflerinin ortak paydalarda buluşturulması sağlanamadı. Ortaklaşa bir yol haritası, üzerinde mutabık kalınan demokratik, uygulanır bir çözüm planı ortaya çıkarılamadı.

Silahın ve şiddetin tehdidi ile demokratik ilerleme olmaz

Çözüm masasında müzakereler sırasında şiddet ve silah, bütün heybetiyle ve ağırlığı ile taraflarca her zaman hissettirildi. Diyalog ve müzakerenin süreklilik kazanmasının ve çözüm planında ortaklaşma çalışmalarının yoğunlaşma temposuna paralel, şiddet ve silahın ağırlığının azaltılması, tehdit unsuru olmaktan çıkarılması eğiliminin belirgin bir biçimde gelişmesi ve kurumsallaşması gerekirdi.

Türkiye’de 2013-2015 çözüm sürecinde bir dizi önemli ilerlemeler yaşandı. Türkiye’de Kürtlerin inkârı dönemi resmi olarak kapandı. Kürt sorunu ve barış ilk kez toplumsallaştı. Yeterli ve açık olmasa da Kürt sorunun çözümü bağlamında hukuki altyapı hazırlandı. Devamı getirilemedi çünkü inkâr dönemi bitse de sorunun siyasal idraki gerçekleşmediği, Kürtlerin aldatılma, Türklerin bölünme korkularını giderecek, barışın evrensel kıymetini teslim edecek, gerçekleşebilir bir yol yol haritası çıkarılamadı. Cumhuriyetin kurucu felsefesi ve siyasi parametreleri değiştirilemedi. Kuruluştan gelen tarihsel korkular ve güvenlik endişesi muktedirleri ve toplumu teslim aldı.

Tüm süre boşa geçirilmedi, bazı noktalar aşıldı. Zira çözüm süreçleri dört aşamadan oluşur: Temas, diyalog, müzakere ve çözüm. İçinin doldurulması için her bir aşamanın bir vakte gereksinimi vardır. Eşyanın doğası gereği içerik hemen ilk anda bütün hatlarıyla belirlenemez. Her bir husus mutlak bir şekilde kararlaştırılamaz. Önce temas eden ve ardından diyaloga geçen tarafların birbirlerini tanımaları gerekir. Tarafların karşılıklı olarak sınırlarını görmeleri, “olur” ile “olmaz”larını keşfetmeleri ve birbirlerini anlamaları icap eder. İyi organize edildiğinde söz konusu muğlaklık “yapıcı” bir işlev görür.

Türkiye’deki Çözüm Süreci de herkesin kabul edeceği genel söylemlerle “analar ağlamasın”, “kan dökülmesin” gibi muğlak tanımlar etrafında yürütüldü, sorunun varlığı kabul edildi, ama gerçek manası idrak edilmedi. Sorun her yönüyle idrak edilmiş olsaydı, çözümün planı, yöntemi ve araçları daha doğru ve isabetli tespit edilirdi.

Bugün barış ve siyasi çözüme dair sözler duyulmaz oldu, değeri azaldı. Ancak girilen yolun yol olmadığını hatırlamak ve hatırlatmak dışında seçeneğimiz de yok.

Yeni bir yol bulmak hâlâ mümkün

“Bir çatışma, Kürt meselesinde olduğu gibi on yıllarca sürmüşse, çözümünün birden çok girişim gerektirmesi muhtemeldir. Geçmişte çözüm bulunamamış olması, çözümlenemez olduğu anlamına gelmez, yalnızca daha fazla çaba gösterilmesi gerektiği anlamına gelir.”

1997-2007 yılları arasında İngiltere Baş Müzakerecisi, Kuzey İrlanda çözümünde büyük rol oynamış Jonathan Powell’n bu sözleri önemli. Geçmiş yerel ve uluslararası tecrübelerden güç alarak yeni diyalog, müzakere ve çözüm süreçleri tasarlamak ve yolu yaratmak zorundayız.

Bugün toplum ve siyaset olarak, çözüm sürecinde ulaşılan yerin çok gerisindeyiz. Güvensizlik daha da derinleşti. Ama 2013-2015 yıllarındaki çözüm sürecinde ve sonrasında yaşananlardan sonra, bugün Kürt sorununda çözüm fikri, silahlara veda edilmesinin toplumsal ve siyasal zeminleri gelişti, bir anlamda zorunlu bir hal aldı.

Kürt meselesinin çözülmesi gereken birçok boyutu oluştu. Ancak bunların çözümü için şiddete gerek olmadığı, sorunların demokratik siyaset içerisinde çözümü fikri toplumda daha da güçlendi.

Bugün bölgesel ve küresel gelişmelere paralel, Kürt sokağında ciddi değişim yaşanıyor. Ana dil talebi gibi talepler güçlü olarak öne çıkıyor. Diğer toplumsal kesimlerde bu türden taleplerin tartışılabilir ve konuşulabilir olarak görülmeye başlanması, bunun güçlenmesi, yeni bir müzakere alanını ve çözüm yolunu inşa etmeyi mümkün kılıyor.

Hiçbir şey eski gibi olmayacak. Daha çetin, daha karmaşık ve çok aktörlü, bugünün dünyasının ruhuna ve yönelişine uygun yol, yöntem ve politik çerçevede bir çözüm süreci olabilir.

Çatışma çözümünün güvencesi; yol haritasının politik sahiciliği, kurumları, kuralları ve yasal meşruiyet zeminiyle toplumsal kapsayıcılık düzeyidir. Silahlara veda, siyasete merhaba kararı almakta daha fazla geciktikçe, kapımızda yangın tehlikesi büyüyor artık.

(Yeni Arayış – Kürt Sorunu dosyası)