Seçimler bitti ve ardından hemen rejim tartışması başladı. Bunda şaşılacak ve garipsenecek bir şey yok! Tartışmayı "sorumsuz bir fırsatçılık" olarak değerlendirmek, bize özgü olduğu iddia edilen bu tuhaf rejimin ürettiği sorunları halen görmezden gelmeye devam etmek olur.

İktidar partisi ve tüm muhalefetin, 9 Temmuz'da bir yılı dolacak olan "Türk tipi" başkanlık rejiminin sorunlarına kendi meşreplerince dikkat çekmeleri aslında çok isabetli oldu. Her yanı dökülen başkanlık rejimini MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'nin bütün enerjisi ve hiddetiyle savunması ise nevi şahsına münhasır bir siyasal diskur örneği olarak kayıtlara geçti.

Parlamenter sistemimiz de parlak değildi!

Hakkaniyetli olmak gerekirse, geride bıraktığımız haliyle parlamenter sistemimiz de, kimi ülkelerle kıyaslandığında demokratik bakımdan göreceli bir gelişmeyi ifade etse de, öyle aman aman göğsümüzü kabartan ve arkasından ağıt yakılacak bir nitelikte değildi.

Aylar boyu cumhurbaşkanı seçememe ve sonuçsuz oylama turları, başbakanla cumhurbaşkanı arasındaki bitmez tükenmez yetki anlaşmazlıkları hafızalarımızdadır. Sık sık kurulan ve çabuk yıkılan koalisyon hükümetlerini, olur olmaz toplumsal her sorunu darbe yapmak ve muhtıra vermek için kullanan askeri ve sivil vesayet odaklarının hamlelerini unutmak mümkün değil. Toplumsal talepleri vakitlice karşılamayıp sorunu kangren haline getiren iktidarsız hükümetler, demokratik katılım ve temsiliyete yeterince yer vermeyen dar ve güdük siyasal sistemin nice nesillerin ayağına köstek olduğunu biliyoruz.

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi yürümüyor

Şüphesiz bunları sık sık dile getiren kimi parti ve iktidarların, iş çözüm noktasına gelince halkın talepleri ve zamanın ruhuna uygun yeni bir anayasal demokratik rejim modelini güçlü bir toplumsal mutabakatla halkın önüne getirmeye pek yanaşmadıklarını da gördük. Bu bakımdan, Ak Parti-MHP ikilisinin hazırladıkları ve 16 Nisan 2017 Anayasa Referandumu'nda kıl payı farkla kabul edilen yeni siyasal rejim modelinin, üzerinde toplumsal bir mutabakat sağlanmamış köklü bir anlaşmazlık konusu olarak ilk fırsatta önümüze tekrar geleceği o zamandan belliydi.

Eğer toplumsal mutabakatın ürünü bir anayasamız olsaydı ve onun sunduğu demokratik ve katılımcı tartışma sürecinde referanduma sunulup % 52'lik bir çoğunluk oyuyla yeni bir rejim benimsenseydi, demokratik ilke ve teamüller açısından bu yeterli görülür ve kabul edilirdi.

Hiç de öyle olmadığı, toplumsal uzlaşmayla anayasa yapımından kaçınıldığı; bütün yetkileri tek elde toplayan yeni başkanlık rejiminin aşırı milliyetçi ve deforme mukaddesatçı bir dayatmanın ürünü olarak referanduma sunulduğu; ortasından ikiye bölünmüş toplumumuzda, devletin tüm imkânları seferber edilerek ve küçük bir farkla kabul edildiği biliniyor.

Bu kadar güçlü başkan nerede var?

"Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi"nin tanımındaki kadar sade ve iddia edildiği kadar sorunsuz olmadığı, geride bıraktığımız bir yıl içerisinde aşağı yukarı bütün boyutlarıyla ortaya çıktı. Hele 31 Mart ve 23 Haziran seçim propagandaları döneminde Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın şahsında yaşanan yoğun siyasal pratik, bu modeli isabetli bulmayanların dile getirdiği haklı eleştirilerin iyice pekişmesine yol açtı. Cumhurbaşkanı ve Ak Parti'nin genel başkanı olarak Sayın Erdoğan'ın taktığı şapkaların sık sık birbirine karışması, yurttaşların gözünde epey yukarılarda bir yerde olan cumhurbaşkanlığı makamı hakkındaki genel ve geleneksel algının iyice sarsılmasına neden oldu.

Vakti zamanında darbeci Kenan Evren'e göre hazırlanmış cumhurbaşkanlığı modelinin olağanüstü gücünü ve yetkilerini olduğu gibi devralan Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın, başkanlık rejimine geçişle beraber belki de dünyanın   en güçlü ve yetkili başkanı haline gelmesi olayıyla karşı karşıya kaldık (İbrahim Kiras, Karar Gazetesi'nin 4 Temmuz 2019 tarihli nüshasındaki yazısında konuyu gayet bütünlüklü olarak ifade etmiş).

Rakip partinin lideri aynı zamanda cumhurbaşkanı olunca...

Bu başkanlık modelinin TBBM, yargı, önemli devlet kurum ve kurulları vb. ile ilişkilerinde yaşanan son derece tartışmalı pozisyonları bir yana bırakalım, şu kıran kırana yaşanan son yerel seçim maratonu dahi böyle bir başkanlık rejimini sürdürmenin ne kadar hatalı olacağını en vahim yönleriyle gösterdi.

Yeni rejim seçimleri kazanmak için partileri yüzde 50+1'i yakalayacak ittifaklar kurmaya mecbur bıraktı. Son yerel seçimler de Cumhur ve Millet ittifakları arasında yarışa sahne oldu. Liderliğini Ak Parti'nin yaptığı Cumhur İttifakı'nın demokratik ve etik sınırları aşmak pahasına elindeki en olmadık kozlara abandığı görüldü. En vahim yönü, iktidar partisi adına olsa bile, bu ittifakın öne çıkan sözcüsünün, devleti ve ülkenin birliğini temsil eden Cumhurbaşkanı'nın bizzat kendisi olmasıydı.

Cumhurbaşkanı'nı rakip bir siyasal partinin haşin bir lideri ve sözcüsü kimliği içinde görmelerinin, yurttaş çoğunluğunun kabullenmekte zorlandıkları, karmaşık duygulara sürüklendikleri olumsuz bir durum olduğu alenen ortaya çıktı. Sert siyaset dilimiz ve kamplaşma geleneğimiz nedeniyle, aynı zamanda bir partinin genel başkanı olan Cumhurbaşkanı'nın yaptığı işlerin doğru olup olmadığı sürekli tartışıldı. Söylediği sözlerin inandırıcılığı istisnasız sorgulandı. Cumhurbaşkanlığı konumu nedeniyle ona duyulması ve hissedilmesi gereken güven süratle erimeye başladı. Bu durumun aynı ülkenin yurttaşları olma zemininden beslenen dayanışma ve duygudaşlığı zayıflattığı görüldü.

Gelenek anlamsız bir yük değildir!

Yurttaşlar, siyasi partiler, etnik kimlikler, dini inançlar, ekonomik güç odakları karşısında en azından ilkesel düzeyde tarafsız cumhurbaşkanı ararlar; bu toplumumuzun uzun yıllara dayanan siyasi geleneğimizin ve kültürümüzün hesaba katılması gereken bir parçası sayılır. Bunun, toplumun yarısının arzusu hilafına bütün yetkileri tek elde toplamış, devletle iç içe geçmiş bir partisinin genel başkanı olan cumhurbaşkanı modeliyle yer değiştirmesinin bünyeye pek uyum sağlamadığını söyleyebiliriz.

Devlet kurumlarının, bağımlı ve bağımsız kurulların ve üst düzey bürokratların bu başkanlıkla kurdukları ilişkinin gözler önüne serdiği manzara ve toplumda oluşan tepkiler gecikmeden dikkate alınmalıdır.

Muhalefet mızıkçılık ve fırsatçılık mı yapıyor?

Doğal olarak, muhalefetin bu vahim durumu görmezden gelmesi, "madem referandumda kabul edildi, bırakalım böyle devam etsin" yaklaşımını benimsemesi beklenemezdi. Nitekim öyle de oldu; seçim sonrası CHP, HDP, İP ve SP gibi muhalefet partilerinin liderleri konunun üzerinde oldukça açık bir dille ve tavsiyelerle gittiler. Hatta Kemal Kılıçdaroğlu, "Cumhurbaşkanı partili mi, partisiz mi olsun, halkın karar vermesi için referanduma götürelim" dedi.

Ama başkanlık rejimiyle yaşadığımız sorun, tarafsızlık ve geleneksel cumhurbaşkanı algısının sarsılmış olmasının yarattığı sonuçlarla sınırlı değil. Başkanlığa geçişle birlikte Türkiye, hiçbir denge ve denetleme mekanizmasının olmadığı, böyle bir hazırlığın hiç yapılmadığı anlaşıldı.

Parlamentonun ağır güç ve etki kaybına uğradığı herkesin ortak kanaati durumunda. TBMM'de çoğunluk Ak Parti-MHP koalisyonunda olduğu ve bu milletvekili topluluğu fiilen Cumhurbaşkanı tarafından yönlendirildiği için ne yasama, ne de denetleme işlevi hakkıyla yerine getirilebiliyor. Bütçe yapma hak ve sorumluluğu ise kenar süsü gibi kaldı.

Yargı yeni rejimde esasen kendini atayan cumhurbaşkanlığı makamının kontrolüne girip bağımsızlığı ve tarafsızlığını kaybetti. Bu durum adalet mekanizmalarının tıkanmasına, epey zamandır zaten tökezleyen sistemin iyice çürümesine ve yurttaşın hak arayışlarının sonuçsuz kalmasına neden oldu. Adalete duyulan güven yerlerde sürünmeye başladı.

Devlet yapılanması içindeki bağımlı ve bağımsız bütün kritik kurul ve kurumlarının tek kişiye ve onun seçiciliğine bağlandığı olağanüstü otoriter tek adam rejiminin inşa edildiği şeklindeki tespit, artık birçok çevrenin ortak görüşü haline geldi. Hesap vermeyen bakanlıklar, saydam olmayan devlet işleri öngörülemez noktaya tırmandı.

Komplocu yaklaşımlar

"Daha üzerinden bir yıl bile geçmedi, biraz sabırlı olalım" yaklaşımları anlaşılır olmakla beraber, durumun vahametini ıskalayan bir vurdumduymazlık gibi görünüyor. Halbuki her yönüyle tıkanmış bir rejim içinde yaşıyoruz.  Nitekim iktidar cenahından "Revizyon olabilir; rehabilitasyona gidilebilir" şeklindeki yaklaşımlar, konuyu etraflıca incelemek için üst düzeyde görevlendirmeler yapılması da vahim durumun farkına varıldığını gösteriyor.

"Cumhurbaşkanı Erdoğan, uzunca bir dönemdir istikrarlı bir şekilde 'Milli bağımsızlıkçı' çizgi izlediği için Batı'nın güç odaklarının hedefinde. Şimdi içerideki işbirlikçileriyle onu yıkmak için tartışmayı rejim değişikliği noktasından başlatıyorlar" şeklindeki sorumsuz ithamları ise hiç dikkate almamak gerekir.

Bazı ülke iktidarlarının Cumhurbaşkanı Erdoğan'a ve Türkiye'ye yönelik olumsuz pozisyonları olduğu doğrudur ama bundan hareketle Türkiye'nin iç siyasal süreç ve dengeleri hakkında afaki değerlendirmeler yapıp yasal parti ve muhalif yurttaşlara yönelik haksız sonuçlar çıkarmak komplocu bir anlayış olur.

Demokratik anayasa ve demokratik rejim ihtiyacı

Konuyu bağlarken dikkatinize sunmak istediğim bağlantılı başka konular da var.

Bir kere Türkiye bir hayli zamandır demokrasi, özgürlük, insan hakları, adalet, bağımsız yargı ve evrensel hukuk, adil ve paylaşımcı ekonomik refah gibi değerlerden son derece uzak ve giderek daha kötüleyen ve içten içe çürüyen bir düzene sahip. Bunun sürdürülebilirliği kalmadı ve değişim şart.

Bu durumda ülkenin tarihten gelen etnisite, dil, inanç, kültür ve yaşam tarzı gibi farklılıklarını ve bunlardan kaynaklanan kronikleşmiş sorunları demokratik ölçüler içinde barışçı metotlarla çözmeyi hedefleyen (örneğin toplumsal enerjimizin büyük bir bölümünü tüketen Kürt sorunu), AB'nin bütün demokratik, katılımcı ve paylaşımcı değerlerini gözeten yeni bir anayasa mutabakatla hazırlanıp toplumumuzun onayına fazla gecikmeden sunulmalıdır. Yamalı bohça halindeki anayasalarla topluma huzur getirmek mümkün değildir.

Kuvvetler ayrılığı,  yani işleyen denge denetleme mekanizması; öncelikle yerellerden başlayarak güçlendirilmiş insan haklarına dayalı, katılımcı ve müzakereci bir demokrasi üzerinde yükselen bir rejim çerçevesinde mutabakat sağlandıktan sonra, bu ülkenin tarihsel birikimine, siyasal geleneğine, sosyolojik gerçekliğine ve uzun vadeli ihtiyaçlarına parlamenter sistemin demokratik ve katılımcı ihyası mı, yoksa denge ve denetleme mekanizmaları iyi oluşturulmuş başkanlık rejimi mi uygun düşer, yurttaşlar için karar vermek daha kolay olacaktır.

Oyalayıcı, geçiştirici tedbirlere ve sorun çözmeyen revizyonlara meyletmeden, samimiyetle ve uzun vadeli bakarak konu ele alınmalıdır.

Sonuç olarak, eleştirilerin arkasında Çapanoğlu aramadan rejim hakkında kapsamlı tartışmaya ve toplumsal katılımı yüksek demokratik bir uzlaşmaya ihtiyacımız var. Bu konunun odağında yeni bir anayasa olmalıdır. Rejimin niteliği nasıl olacağı da bu bağlamda karşılığını bulacaktır.