TBMM’nin kuruluşu neredeyse bir asrı buldu.

Türkiye, Birinci Dünya Savaşı ve onu takip eden dönemde imparatorlukların çöküp de içinden ulus devletlerin çıktığı ilk örneklerden sayılır.

Ortalama bir nesli ortalama otuz yıl olarak alırsa üç nesil geride kalmış sayılır.

Ama hem Osmanlı'dan devraldığımız bazı temel sorunlarda,  hem de ideal bir demokratik rejim inşasında çok mesafe alamadığımız görülüyor.

Elbette yerimizde saymadık. Bazı hususlarda dünyanın kimi ileri ülkeleriyle aynı hızda hareket ettiğimiz bile söylenebilir.

Lakin, yılların parlamenter rejimini daha da demokratik ve çoğulcu bir hale getireceğimizi beklerken, TBMM'yi basit bir onay kurumuna dönüştürüp, siyasi, krizleri önleme ve iktidarın etkin çalışması adına yasama, yürütme ve yargı erkini bir kişinin eline teslim ettik.

Farklarımızı bir zenginlik unsuru olarak görüp, onları gelişmemizin bir dinamiği haline getirmek varken, nobran bir pragmatizmin tehlikeli tercihi olarak siyasal kutuplaşmanın iktidar eliyle gündelik alışkanlık haline getirilmesine şahit olduk.

Demokrasilerde ve demokratik gelenekte seçimler eşit ve adil ortamda gerçekleşen siyasal yarışken, son yerel seçimi bir muharebe kıvamında yaşadık.

Cumhur İttifakı gerçeklikten uzak "beka" kavramına sarıldıkça, muhalif partileri gözlerine düşman birlikleri gibi göründü. İpe sapa gelmez ağır hakaret, suçlama ve ithamlar gündelik dilin olağan sözleri haline geldi.

Bu gidişatın hayırlı bir sonuç getirmeyeceği belliydi.

Bağıra bağıra geldi

Irak sınırında şehit olan piyade sözleşmeli er Yener Kırıkcı'nın Ankara'nın Çubuk ilçesi Akkuzulu köyünde yapılan cenaze töreninde, öyle şehide saygıydı, duaydı filan dinlemeden, planlı ve organize bir tertiple muhalefet lideri Kemal Kılıçdaroğlu kalabalık bir grup tarafından linç edilmek istendi.

Bu olayın vahametini hafifletmek üzere ileri sürülen bahaneler ise saymakla bitecek gibi değil.

Hatta Cumhur İttifakı'nın partilerine mensup koca koca siyasiler, ölümün eşiğinden dönen CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu ve beraberindeki arkadaşlarını suçlayacak noktaya kadar işi götürdüler.  

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, hiçbir eksik ve zaafları olmadığını ileri sürüp, örgütlü bir saldırı görmediklerini; emniyete haber vermeden  gittiğini ve cenazede oluşan duygusal atmosferi hesaba katmadığını ileri sürdüğü Kılıçdaroğlu ve CHP heyetinin hatalı davrandığını iddia etti. 

MHP'nin Genel Başkanı bu örgütlü bariz şiddet karşısında, sonradan biraz "düzeltme" yapmaya çalışsa da, rahatlıkla, "Bu yaşlı adama yumruk attıracak kadar sen ne yaptın Kılıçdaroğlu!" diyebildi. Bununla da yetinmedi, hatta kendi partisinin oy oranına bile aldırmayıp, Kılıçdaroğlu'nun bazı yerlere gidebilmesi için partisinin oralardaki oy oranına bakması gerektiğini söyleyiverdi. 

Dönüp dönüp yeniden başa geliyoruz.

Biz bu sahneleri yakın tarihimizde görmedik mi? Linçleri, kıyımları, topluca yakmaları, suikastleri, bombalamaları, silahla taramaları, çatışmalarda acımasızca birbirimize kıymayı yaşamadık mı? Hiç mi ders almayı öğrenmeyeceğiz!

Sivas, Maraş, Malatya, Çorum… hangisini hatırlatayım!

PKK'yı gösterip HDP'ye ve CHP'ye vurmak

Hakkında bir dava olmayan, mecliste onlarca milletvekili bulunup diğerleri gibi YSK onayıyla seçime giren HDP'yle CHP ve Millet İttifakı'nın kurduğu seçim ilişkisini, Irak sınırındaki askerlerimizin PKK'lılar tarafından şehit edilmesine sebep olarak göstermek asla doğru olmaz.

Bu partilerin anayasa ve yasalar çerçevesinde siyasi faaliyet yaptıklarını hepimiz biliyoruz. Aksi bir şey olduğunda savcıların pek de seyirci kalmadıklarını çok tecrübe edildi. Hatta bir şey yapmadıkları durumda da ayaklarının tekinin mahkemelerde kaldığının da farkındayız.

O nedenle HDP'ye, "Sen PKK'nın siyasi temsilcisisin. O halde PKK'nın askerlerimizi şehit etmesinden sen sorumlusun. Seninle seçimde yan yana düşenler bu cinayetlerin müsebbibidir" türünden bir yaklaşım kişisel bir görüş, hatta muarız bir partinin görüşü olabilir. Ancak, ortada bir mahkeme kararı olmadıkça fazla bir anlamı olmaz.

Siyasi partiler tarihimize dönüp bakarsak böylesi yaklaşımların sonunun olmadığını görürüz. Üstelik ülkenin önünü açması da asla mümkün değildir.

Demokratik değerlere ne oldu?

Ayrıca, siyasi rakipleri aşağılama ve ötekileştirme yoluyla dışlamak; baskı, şiddet ve zorbalıkla yok etmek kabul edilemez.

Düşünce ve örgütlenme özgürlüğünü kaldırarak ülkeyi dilsiz hale getirmek çözüm değildir.

Demokrasiyi kalkınmanın sırtında yük ve gelişmenin karşısında ayak bağı gibi görmek, siyasal ufkumuzu ve geleceğimizi karartır.

Bunlarda ısrarın aslında taşı kendi ayağına düşürmek olduğunu daha nasıl anlayacağız!

İçimden yeter artık demek geliyor.

Demesine diyoruz da, ama umursayan kim...

Milliyetçi-muhafazakar buluşmanın gelecek vaat etmeyen hevesinin ve nesnelliğini tamamen yitirmiş  yandaş medya körüklemesinin iktidar cephesinde kendi partisine bile kapalı sanal bir dünya yarattığı belli.

Son seçimlerde tescil edildiği gibi, epey zamandır işlerin yolunda gitmediği de belli.

Bu gelişmeler neticesinde, bir çoğumuzu saran merakın önümüzdeki koskoca 4.5 yılın bu havayla gidip gitmeyeceği olduğunu gizleyecek de değilim.

İttifak polemikleri yer değiştiriyor

Tekrar konuya dönecek olursam, tesadüf mü bilmiyorum ama bu korkunç linç girişimi, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın savaş gibi bir seçimden yorgun çıkmış 82 milyona hitaben, "Şimdi Türkiye İttifakı'nı oluşturmanın zamanıdır" sözünü söylemesinin hemen ardından geldi.

Son günlerde Cumhur İttifakı'nın Ak Parti kanadında, MHP ile birlikte yol yürümenin kendilerine kazandırmak bir yana, çok şey kaybettirdiği yönünde. Üstelik bunları gizli kapaklı değil açıkça söylüyorlar.

MHP çevrelerine ise hem bu homurdanmalardan hem de "Türkiye İttifakı" söyleminden fevkalade rahatsızlık duyulduğu bu partinin tepesinden dillendiriliyor. Hatta, iş öyle bir noktaya doğru ilerliyor ki, bir zamanlar Cumhur İttifakı ile Millet İttifakı arasında görülen sert polemik, neredeyse yerini Türkiye İttifakı'yla Cumhur İttifakı arasındaki polemiğe bırakacak. 

Yeni başlayan bu polemiğin seyri ve sonucunun Cumhur İttifakı'nın ortakları arasındaki ilişkinin akıbetini belirlemesi kaçınılmaz görünüyor.

Linç soruşturması kimlere emanet!

Konuyu sonlandırırken, CHP'lileri şehit cenazelerine ve protokolüne sokmayın diye dört bir yana talimat yağdırmış bir İçişleri Bakanı'nın yemeyip içmeyip olayın mahiyeti hakkında kanaatini açıkladığı şartlarda, bu vahim saldırının azmettirenleri ve suçlularının kolay kolay açığa çıkarılamayacağını düşünenlerin hayli çok olduğuna dikkatinizi çekmek istiyorum.

Bunu hesaba katarak, TBMM'nin konuyu ivedilikle ele alması Türkiye'nin önümüzde yılları bakımından önem kazanıyor. Umarım ki Ak Parti iktidarı ve seçim döneminin havasından bir türlü kendini, kurtaramayan ortağı MHP engelleyici bir tavır almazlar.

Bazı CHP yöneticileri Çubuk İlçesi Ülkü Ocakları Şubesi'nin bu olaylardaki rolüne işaret eden açıklamalar yapıyorlar. Televizyonlarda yayınlanan görüntülerde rastlanan bol miktarda bozkurt ve tekbir işareti ve kimi sloganlar olaya ilişkin bu tanıklıkların ciddiye alınması gerektiğini gösteriyor.

Toplumsal vicdan ve sağduyu iyi bir soruşturmayla azmettirenler ve sorumluların yargıya teslim edilmesinin, Türkiye'nin sokulmak istendiği çıkmazdan dönmesi anlamına geleceğini söylüyor.

Belki de bu kendi geleceği adına Ak Parti'nin test edildiği son ve en önemli sınavlardan biri olacaktır.