Kanal İstanbul hakkında 2018 yılının ortalarında bazı internet gazetelerinde yayınlanmış üç bölümlük yazımı, konu yeniden gündem olup sert tartışmalara ve ciddi toplumsal saflaşmalara konu olunca, okurların ilgisine yeniden sunmak amacıyla bu ayın ilk üç haftasında Son Medya’da da yayınladım.

Bir süre sonra reklam sektöründen bir okur mektup göndererek “ Her konuya ideolojik gözlükle bakılmasından, slogancı itiraz sergilenmesinden, iktidarın yapmak istediği şeylere muhaliflik adına daima “istemezük” zihniyetiyle yaklaşılmasından yakınıyordu.

Hemen hiçbir konuda diyalog yoluna başvurmadığımızı ve bundan dolayı toplumsal ortamın hep gergin ve negatif olduğunu ifade ediyordu.

Kanal İstanbul’un isabetli bir proje olmadığını düşünmesine karşın, olaşan havadan rahatsızlığını belirtiyordu.

Kamplaştırıcı tartışma geleneğimiz

Okurun mektubunda işaret ettiği durum aslında toplum olarak çok uzun zamanlardan beri mustarip olduğumuz ortak bir toplumsal zaafımız. Bu zaaf bugün ortaya çıkmadı ve çok eskilerde beri hemen her konuda benzeri tablo görüyoruz.

Şüphesiz bütün insan eylemlerinin ve ürünlerinin bir biçimde ideolojilerle, inançlarla, kültürel yapılanmalarla, kimliklerle, sınıflarla, menfaat kümeleriyle, alışkanlık ve zihniyetlerle, uluslar arası ve yerel şartlarla bağı var. Toplumlarda gördüğümüz farklılık ve çeşitlilik de esas itibariyle bunlardan doğuyor.

Tercihlerimizi ve ortaya çıkan tavır ve faaliyetlerimizi bunlar tayin ediyor. Yaşadığımız sürece edindiğimiz düşünsel birikim, içinde yaşadığımız çevrenin, toplumun, ülkenin ve özel grupların ideolojik ve kültürel kodları tarafından şekilleniyor.

Bu durum normal; normal olmayan insanların, grupların, siyasal odakların kendilere özgü kimlik, kültür, inanç, ideoloji, beğeni ve ideali zor ve baskı yoluyla başkalarına benimsetmeye çalışmalarıdır.

İhtiyaç ‘katılımcı ve müzakereci demokrasi’

Sorunların çözümünde demokratik, katılımcı ve müzakereci bir toplumsal mutabakat sürecinin işletilmemesi, sonuç itibariyle toplumsal rızanın hakkiyle gerçekleşmesini önlüyor. Böylece karşıtlık, kutuplaşma ve gerilim ortama hakim oluyor, demokratik çoğulculuk yok olup, baskı ve dayatma kendini gösteriyor.

Halbuki, aynı ülkenin yurttaşları olarak, demokratik koşullarda, barışçı ve dostane ilişkiler içerisinde birbirimizden etkilenmemiz, düşüncelerimizin karşılıklı alışveriş içinde ve olağan akış içinde değişebileceğini kabul etmemiz ve öngörmemiz daha doğru olacaktır.

Demokrasinin hüküm sürdüğü ülkelerde siyasi iktidarlar, eksikleri olsa bile, mevcut demokratik koşullarda gerçekleşen seçimlerle halkın rızasını alır ve faaliyetlerinin meşruiyetini bu rızaya dayandırırlar.

Bu böyle olmakla beraber, bu rıza mutlak ve sonsuz değildir. İktidarlara her istediğini yapma imkanını tanımaz; demokrasinin bazı evrensel değer ve ilkeleriyle sınırlanmıştır. İktidarların buna faaliyet dönemleri boyunca riayet etmesi beklenir. Bunun dışına çıkılması rejimin deforme olmasına, karakter değiştirmesine ve yurttaşın iradesinin ihlaline ve ülke menfaatine aykırı şekilde kullanılmasına yol açar.

Eskiden de çok farklı değildi

Türkiye'de toplum Osmanlı'nın son döneminden itibaren dozu giderek artan bir ideolojik ve politik kutuplaşma yaşıyor. Bu durum hem iktidar olunmasını hem de muhalefet yapılmasını zora sokuyor. Çünkü gergin siyasal atmosfer siyasal sağırlaşmayı, birbirinden etkilenmek yerine parti ve grupların kendi içine kapanmasına ve farklı olana bir nevi düşman gözüyle bakmasına neden oluyor.

Osmanlının son dönemlerinde bir yandan ulus devletler kuruluyor, diğer yandan imparatorluklar dağılıyordu. İmparatorluğun geleceğinin tartışıldığı o yıllarda birbirinden farklı üç-dört ideolojik ve politik akım ortaya çıkmış ve toplumun önüne kurtuluş reçetesi koyuyorlardı. Daha o dönemlerden itibaren aralarında ilişki oldukça sertti. Ortak noktalarda buluşma durumu çok nadir ve istisnai hallerde görülüyordu. İktidar, diğerlerini daima kendine benzetmeye, etkisiz hale getirmeye veya yok etmeye çalışıyordu.

Cumhuriyet döneminde de bu siyasal gelenek aşağı yukarı devam etti. Cumhuriyetin ilk yıllarında ve tek parti döneminde laik- modernistler dindar/muhafazakarlara, sonraki çok partili dönemde ise dindar/muhafazakarlar laik-modernistlere biraz böyle yaklaştılar. Bu nedenle de yıllar boyu ne siyasal gerginlikler ne de darbeler bir türlü bitmedi.

İktidar kutuplaşmadan yarar ummaya devam ediyor

Bir ara kısmen yumuşasa bile bugün de durum benzet şekilde devam ediyor. Bir yanda Millet İttifakı etrafında muhtelif güçler, diğer yanda Cumhur İttifakı kapsamında Ak Parti iktidarı ve destekçisi MHP. Sınırlı olayların dışında uzlaşma zemini bulunamıyor ve siyasal atmosfer gerilimini sürdürüyor.

Ak Partinin uzun iktidar döneminde ağırlıkla sol-sosyal demokrat modernist / laik parti ve çevreler iktidardan gelen birçok adım ve öneriyi kuşkuyla karşılayıp engellemeye çalıştılar. Birçok öneri ve projeyi dikkatle kendi içinde değerlendirmeyip, ideolojik ve politik saiklerle tavır aldılar. Diğer ifadeyle istemezükçü” tavır siyaset dünyamızda en sık görülen tavrı oldu.

Geriye doğru bakıldığında, şüphesiz dövizin bol olduğu geçmiş yıllarda AK Parti’nin ülkeye akan kaynağı ağırlıkla inşaat alanında değerlendirmiş olmasının isabetli olmadığı görülüyor. Ülkenin fabrika ve tarımsal üretim, vb gibi gelişmede süreklilik ve istikrar sağlayan ve istihdam imkanı sunan bir anlayışa yönelmemiş olması, tersine alt yapı, ulaşım ve hizmet sektörüne ağırlık vermesi eleştiriyi hak ediyor. Sık sık başvurulan “Yap-işlet-devret” sisteminin ise uygulamada ülke aleyhine işleyen bir sistem olduğu görülüyor.

Bu tablonun eleştirilmesini ve iktidardan gelen projelere son derece ihtiyatlı ve karşı bir pozisyon içinde yaklaşılmasını artık ideolojik yaklaşılıyor, “istemezükcü” tavır sergileniyor diye, değerlendirmek doğru olmaz. Çünkü iktidarın da bu restleşmeden ve kamplaşmadan kendi geleceği bakımından bir çıkış yolu gördüğü anlaşılıyor.

Halbuki iktidar isteseydi projelerine yönelik sert eleştirilere rağmen, katılımcı ve müzakereci demokratik bir süreci hayata geçirerek ülkeyi sert ikliminden uzaklaştırabilirdi.

Projeler hakkında, sadece Ak Parti Grup toplantılarında, sanki bir düşmana karşı meydan muharebesi veriliyormuş gibi söylemlerle yüklü, propaganda amacı önde olan konuşmalarla değil, bütün sivil örgütleri, muhalefeti ve bütün yurttaşları enine boyuna bilgilendiren bir metod izlenip, eleştiriler katılımcı bir üslupla toplanabilirdi.

Ak Parti uzun zamandır toplumsal katılıma ve demokratik tahammülsüz bir çizgi izliyor. Bu Türkiye’deki siyasal atmosferin bir hayli bozulmasına neden oldu.

Projeye itiraz çığ gibi büyüyor

Bu yazımızın ana konusu olan Kanal İstanbul’a gelince, iktidar için proje yeni olmamasına rağmen şu son bir iki haftaya kadar, bazı uzmanlar hariç genel kamuoyu bu projenin ne olduğunu, İstanbul ve Türkiye’ye neler getirip neler götüreceğini pek bilmiyordu.

Cumhurbaşkanı’nın hakkında konuşmasıyla konu alevlendi. ÇED Raporu açıklanıp, eleştiri ve önerilere 10 gün süreyle açılalı birkaç gün oldu. İktidar yetkilileri yeni yeni savunma amaçlı bazı açıklamalarda bulunmaya başladılar.

İstanbul Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu ise haklı olarak projenin kent halkına anlatılmadığına ve görüşünün alınmadığına dikkat çekip, referanduma sunulması gerektiğini belirtti. Ayrıca, projeyi doğru ve yararlı bulmadıklarını kapsamlı bir sunuşla anlattı; 2017 yılında ilgili kurumlarla yapılan Kanal İstanbul İşbirliği Protokolü’ne İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin yasa ve teamüllere aykırı şekilde, bir nevi zorla dahil edildiğini ileri sürerek, imzalarını çekip ayrıldıklarını ve durumu ilgili kurumlara yazıyla bildirdiklerini duyurdu.

Projeye karşı olan ana muhalefet partisinin lideri Kemal Kılıçdaroğlu farklı bir yol izleyerek ihaleye katılma ihtimali olan müteahhitlere seslendi; iktidarın gidici olduğunu ve şayet kendileri gelirlerse projeyi durduracaklarını ve kimseye ödeme yapmayacaklarını söyledi.

Bu tartışa ortamında en dikkat çeken gelişme ise kitlesel bir dalga halinde her kesimden binlerce İstanbul sakininin kanal projesinin yapılmaması yönünde itiraz dilekçelerini Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü’ne vermeleri oldu. İyi Parti genel Başkanı Meral Akşener de bu dalganın içinde yer aldı.

Kanal İstanbul hakkında en kapsamlı ve kritik tartışma ise Çanakkale ve İstanbul boğazlarından yabancı ticari ve askeri gemilerin geçiş ve Karadeniz’de kalış rejimini ve Türkiye’nin egemenlik haklarını belirleyen 1936 tarihli Montrö Sözleşmesi üzerinde cereyan ediyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan muhalefeti kastederek “ Montrö’nün ne getirip ne götürdüğünü biliyorlar mı” diyerek, aslında Montrö’nün değiştirilmesi gerektiğini ima eden cümleler kuruyor. Hemen ardından Cumhurbaşkanlığı sözcüleri, Ak Parti yetkilileri açıklama yapıp, Montrö’nün delinmesinin söz konusu olmadığını açıklama mecburiyeti hissediyorlar.

Bu tabloyu görenler sözleşmede meydana gelebilecek değişikliklerin mevcut koşullarda Türkiye’nin aleyhine olma ihtimalinden daha fazla endişe ediyorlar.

Sebep kaza mı, rant mı?

Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Ak Parti yetkilileri proje savunularını daha çok Boğaz’daki tanker yoğunluğuna ve yaşanan kazalara dayandırıyorlar. .Sık sık 40 yıl önce Romen bandralı Independanta tankerinde çıkan ve uzun süren yangını örnek gösteriyorlar. Ancak petrol ve doğalgaz boru hatlarının devreye girmesiyle epey zamandır tanker yoğunluğunda ve kaza sayısında düzenli düşüş yaşanıyor ve bunu resmi kurumlar her yıl açıklıyor. Yani, yaratılan algı rant amacını pek gizleyemiyor.

Arazilerde görülen fiyat artışı, hızlı el değiştirmeler, eski arazi sahiplerinden kimsenin bölgede pek kalmaması hemen herkesin üzerinde durduğu bir nokta. Üç Arap şirketinin bölgede geniş ölçekli arazi almaları ve Katar Emiri’nin annesi Şeyha Moza’nın başka yer yokmuş gibi, aynı güzergahta 44 dönüm arazi kapatması da bu rant iddialara iyice haklılık kazandırmış durumda.

İki ucuna iki butik şehir kondurulmuş kanal projesine İstanbul’un tarım arazilerinin, temiz su kaynaklarının, göl ve sulak bölgelerinin, orman, bitki ve canlı hayatının kurban edilmesi İstanbul’un birer paydaşı olarak önemli bir yurttaş kesimince kesinlikle benimsenmiyor.

Onca dert varken…

Türkiye’nin öncelikli ihtiyaçları arasında olmadığını belirten bu kesimler, yaklaşan Marmara Depremi’ne ve bu koca kente yetersiz kalan ulaşıma dikkat çekiyorlar. Acilen geniş çaplı kentsel dönüşüme girişilmesini; kara, deniz ve metro ulaşımında yeni hatların yapılmasını istiyorlar.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Yap-işlet-devret” ihalesine yeterli katılım olmazsa projenin milli bütçeden ayrılacak kaynakla hayata geçirileceği yolundaki açıklaması da ilave bir tartışma konusu oldu. Muhalefet çevreleri yurttaşların alın terinden alınan vergilerle olaşan kaynakların bu şekilde çarçur edilmesini kabul etmediklerini ifade ediyorlar.

Projeye karşı çıkanların eleştirilerinin toplamına bakınca iktidarın bu projeyi gündeme getirmesinde yeterli bir politik ciddiyet ve kararlılık görmedikleri anlaşılıyor. Örneğin, ÇED Raporunu hazırlayan heyet içerisinde deniz bilimleri uzmanı bir kişinin bile bulunmamasına dikkat çekiyorlar.

Konunun uzmanı olmamakla beraber, doğrusu bu projenin gerekli olduğuna dair halen anlamlı ve ikna edici bir tezi proje sahiplerinden şimdiye kadar işitmiş değilim. Riskleri bulunduğunu ve gereksiz olduğunu ileri sürenlerin dayandıkları gerekçeler ise gücünü korumaya devam ediyor.

Böyle projelerin bir kutuplaşma ve kavga konusu haline gelmesini istemem. Hele ideolojik önyargılarla yaklaşılmasını hiç doğru bulmam. Toplumun sürece katılımı ve demokratik müzakere en doğru olan yöntemdir. Kanal İstanbul gelecek nesilleri de etkileyeceği için arazi simsarlarından önce yurttaşın iyice bilgilenmesi gerekirdi.

Şüphesiz nihai kararı da referandum yoluyla İstanbul halkı vermelidir.

Sağlıklı, barış ve huzur içinde yeni bir yıl geçirmenizi diliyorum.