Yerel yönetim birimi olarak belediyelerimizin tarihi de, sistemdeki konumunu tanımlayan, yetki ve çalışmalarının sınırını belirleyen yasası da birçok ülkeyle kıyaslayınca epey eskiye dayanıyor.

Normal şartlar altında, bunca yıllık birikime bakınca, içinde bulunduğumuz bölgenin ve insanımızın özellik ve ihtiyaçlarına uygun, evrensel yönetim ilkeleriyle tıkır tıkır işleyen yönetimlerimizin olması umulurdu. 

Böyle olmadığını biliyoruz.

Son günlerde açığa çıkan bazı olaylar, daha çok fırın ekmek yememiz gerektiğini hepimize gösterdi.

"Ele verir talkını, kendi yutar salkımı"

Malum iktidar sözcüleri ve medyası günlerdir Ekrem İmamoğlu’nun o yağmur felaketinin yaşandığı gün İstanbul’da olmayıp, Bodrum’da çocuğuyla tatil yapıyor olmasını ve görevden alınan HDP'li başkanların Kandil’e nasıl kaynak aktardığı iddiasını dillerine dolamanın bi güzel keyfini çıkarıyorlardı.

Lakin hava birden değişip tersine döndü. Valiliğe kadar yükselmiş kayyımların döneminde "kente gelen konuklara hediye veriyoruz" denilerek, belediye kasasından yüz binlerce liranın kuyumcuların kasasına yaptığı dikkat çekici seyahat; lüks ve şatafat nedeniyle oluşan olağanüstü borçlanmalar gündeme düşüverdi.

Yurttaşlar daha kuyumcu imalatı hediyelerin kabarık faturasını inceleyemeden,  bu kez iktidar yanlısı cemaat ve tarikatlarla iltisaklı anlı şanlı vakıflar tarafından İstanbul Belediyesi’nin kaynak ve imkânlarının yıllar yılı nasıl söğüşlendiği bizzat Ekrem İmamoğlu tarafından pat diye açıklanıverdi.

“Elletmeyiz”

Bazı meseleler aydınlanmaya başladı.

Hatırlanırsa, 31Mart 2019’da seçimi kazanan İmamoğlu mazbatasını alıp belediyenin kayıtlarını geriye doğru incelemek istemiş ama iktidar cenahı "elletmeyiz" diyerek, kıyamet koparmıştı.

Ak Parti konuyu milli bir mesele, belediye hesaplarını da devlet sırrı haline getirip, idari mahkeme kararıyla işlemi durdurmuştu.

Halk arasında ‘şapka düştü kel göründü’ derler ya, iktidarın o zaman ki telaş ve tedirginliğinin nedeni şimdi daha iyi anlaşılıyor. Meğer asıl amaç belediye sırlarını "niyeti bozuk olanlardan" korumak değil, iktidar yanlısı bazı vakıf ve derneklerin belediye yönetimiyle kurdukları cılkı çıkmış akçeli ilişkilerin açığa çıkmasını önleyerek, İstanbul seçmenini bir süre daha uyutma çabasıymış.

Ama korkunun ecele faydasının olmadığı ortaya çıktı.

Akla ziyan savunmalar…

Ekrem İmamoğlu, Ensar Vakfı, Önder Vakfı, Okçular Vakfı, Türgev ve Tügva, Daru'l Fünun İlahiyat vakfı, Aziz Mahmud Hüdayi Vakfı, Hoca Ahmet Yesevi Vakfı isimli vakıflara belediye bütçesinden yapılan yardımların artık kesildiğini ve sözleşmelerin tamamen iptal edildiğini açıkladı.

İmamoğlu’nun açıklamasına göre belediye musluğundan bu iktidar yanlısı vakıflara muhtelif gerekçelerle 357 milyon TL akmış.

Bu açıklamaya ilk itiraz, adı başka tatsız olaylara da karışan Ensar Vakfı’ndan geldi. 27 Ağustos 2019 tarihli basın açıklamalarında “…ülkenin yerli ve milli vakıflarına karşı amansız bir mücadele başlatılarak, algı süreçleri yönetilerek ve insanların gönül dünyalarında şüphe bırakarak güven duygularının istismar edildiği ve edilmeye devam edildiğini…” ileri sürdü. Bariz suistimale ideolojik çehre kazandırma çabası görüldü.

Ayrıca herkesin belediye yasasını bilmediğini hesaba katılarak, asla "nakdi bir destek almadıklarını" belirttiler. Daha dikkat çekici olanı ise bu işi açığa çıkaranların arkasında FETÖ’nün bulunduğunu ima ettiler.

İş nasıl kitabına uydurulmuş?

Bir kere uzun zamandır belediyeler yasal olarak hiçbir kuruluşa yasa gereği nakdi yardım ve destek veremiyorlar.

Bu nedenle, belediye adına bina yaptırıp onlarca yıllığına tahsis etmek; mevcut belediye mekânlarını bila bedel veya düşük meblağla kiralamak; mekânların mefruşatını yaptırmak; ulaşım, konaklama ve yeme içme faturalarının bizzat belediyeye ödetilmesini sağlamak; bedava bakım ve onarım hizmeti almak; araç ve gereç temin etmek gibi, “yasaya uygun”  yollar bulunmuş.

Belediye bir vakfa herhangi bir alanda destek verecekse ihale açıyor, işler belediye adına satın alınıyor veya yaptırılıyor;  mekân veya hizmet desteği yine usulüne uygun olarak sözkonusu vakfın emrine sunuluyor.

Yani, her şey kitabına uygun yapılmış.

Peki, bu yapılanlar adalete, İstanbul seçmenlerinin hak ve hukukuna, eşitliğe ve siyasi ahlaka uygun mu, diye soracak olursanız olumlu bir cevap verebilmek maalesef imkânsız.

Sivil toplum örgütleri ve demokrasi

Sivil kuruluşlar demokrasisinin olmazsa olmazıdır. İnanç, dil, bölge, cinsiyet, sınıf vb. ayrım yapılmadan yurttaşlar kendilerini ifade edebilmek için özgürce örgütlene bilmelidir.

Belediyelerin bu yapılarla ilişki içinde olması ve imkânlarını eşit olarak ve ayrım yapmaksızın sunması, katılımcı ve paylaşımcı bir demokrasi bakımından olağan bir beklentidir.

Ne var ki belediyenin bu tür yapılara hem eşit mesafede bulunması, hem saydamlık içinde desteklemesi icap eder. Çünkü kent halkının vergileriyle oluşan kaynaklarının başka amaçlar için kullanılmaması gerekir.

Suiistimali önlemek için bu ilişkinin saydam olması ve kurumsal düzeyde denetlenmesi zorunludur. Hele akçeli işler sözkonusuysa yargısal ve toplumsal denetim mutlak gereklidir.

Ne zaman ders çıkaracağız?

Yazıyı bitirirken, günümüz sivil toplum anlayışından hareketle bu tür yapıların (dernek, vakıf, platform, enstitü, vb) iktidar, sermaye vb. güç odakları karşısında bağımsızlığını ve özgürlüğünü muhafaza etmesi gerektiğini söylemek isterim. Bunun sınırlarının çizilmesinin her zaman kolay olmadığının da farkındayım.

Ama bu yazıya konu olan vakıfların, açık söylemek gerekirse, sırtlarını devlete, iktidara ve belediyeye dayamaları nedeniyle sivil toplum kuruluşu olma vasıfları çoktan yitirdikleri anlaşılıyor. Belki başlangıçta da sivil değildiler. Bilemiyorum.

Devletin, kendi asli görevi olan gençlerin yurt ve barınma ihtiyaçlarını bu tür rotasını kaybetmiş, hatta yazılanlara göre bazıları New York’ta emlakçılığa soyunmuş yoz kurumlara devretmesi; belediyelerin kıt kaynaklarıyla onları sorumsuzca beslemesi; iktidarın onlarla birlikte toplum mühendisliklerine girişmesi, sonu hep hüsranla biten maceralardır.

Ne zaman ders çıkaracağız?