Chavez’in yerine gelen Maduro, 2015’te Yüksek Mahkeme’ye yaptığı toplu atamayla bu anayasal kuruluşu kontrolü altına aldı. İkinci olarak, Amazon Eyaleti vekillerinin yemini sırasında usulsüzlük yapıldığını ileri sürüp muhalefetin kontrolüne geçmiş bulunan Ulusal Meclis’in yetkilerini kaldırdı. Onun ardından, alternatif olmak üzere Mayıs 2017’de aynı yetkilerle donatılmış bir Ulusal Kurucu Meclis yarattı.

Trump’ın Maduro’yu başkan olarak tanımaması, o konuyu aşan bir tartışmayı da beraberinde getirdi.

Bunda, Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Venezüela devlet başkanı Maduro arasında 15 Temmuz 2016 darbe girişiminden sonra gelişen dostluk ilişkisinin de payı var.

ABD’nin son derece hoyrat emperyal tavırlarına karşı geliştirdikleri muhalefet de bu ikiliyi birbirine yakınlaştırdı. Hatta Venezüela'nın altınlarının bir bölümü Türkiye’de muhafaza edilmeye başladı.

Bundan hareketle, iki ülke, iki rejim ve iki lider arasında sayısız benzerlikler bulup, Venezüela olayına ilişkin yorumlarını bunların üzerine oturtmaya çalışanlara rastlıyoruz.

Benzerlik arayışları, ülkelerin iç durumları ve ABD'yle son yıllarda yaşadıkları gergin ilişkiler üzerinde yoğunlaşıyor.

Türkiye sorunu oldu

Trump'ın muhalefet liderini geçici başkan olarak tanıması üzerine bizde oluşan tepkilerin, "anti-emperyalist, anti-Amerikan" söylem ve sloganlarla gündemi birkaç gün işgal ettikten sonra, olağan ölçülere çekileceğini sanıyordum.
Yanıldım.

İktidarı destekleyen medyanın bir kesimi, Venezüela’yla tuhaf bir özdeşleşme hattını benimseyerek konuyu Türkiye’nin gündemde hayli sıcak bir şekilde tutmaya devam etti.

Muhalif kesimlerde de ona yakın bir hava esti; özellikle sol-sosyalist kesimler Maduro'nın şahsında halkçı-solcu-sosyalist tahayyüllerine dair birçok şeyi söyleme ve ABD'ye karşı anti-emperyalist tavırlarını sergileme imkânı gördüler.

Hatta bu tavır alışlar öyle bir hal aldı ki, sonunda hadise enikonu bir Türkiye sorunu haline geldi.

Ülkemiz siyaset erbabının dünya meselelerine kayıtsız kalmaması tabiatıyla hepimiz için kıvanç duyulacak bir tavır.
Lakin meseleyi neresinden tuttuğumuz da önemli.

"Kendi kaderini tâyin hakkı" ne durumda?

Öncelikle belirtmek istediğim, kimi benzerlikler olsa bile Türkiye ve Venezüela çok farklı ülkeler. O sebeple, ortaklık arayalım derken, ideolojik hevesler ve politik ihtiyaçlardan hareketle özdeşleşme peşinde koşmanın çok anlamlı bir sonuç vereceğinden şüphe duyarım.

Herhalde meseleyi hakiki bağlamı ve gerçek ağırlığı içinde değerlendirmek doğru olacak.

Malum; halen ulus-devletler dönemindeyiz ve "ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı" ilkesi önemini muhafaza ediyor.

Devletlerarası sorunların müzakere ve çözümünde birçok husus bu terazide tartılıyor. Ülkelerin bağımsızlığına saygı ve dünya barışının korunması için evvelemirde bu ilkeden hareket ediliyor.

En azından BM ve kabul gören diğer uluslararası kuruluşlar indinde bu esas alınıyor. Bunu söylerken, sözkonusu ilkenin çoğu zaman kâğıt üzerinde kaldığının da farkındayım.

Soğuk Savaş döneminde de, Berlin Duvarı yıkıldıktan sonra da, küresel güçlerin ve ittifak bloklarının emperyal hesap ve ihtiraslarla bu ilkeyi pek umursamadığına, çoğu ulus-devletin bağımsızlığını delik deşik ettiklerine şahit olduk.

Özellikle ABD ve Rusya’nın iç savaş çıkarmak üzere muhalif grupları silahlandırdığını; tertipler, suikastler, sivil görünümlü ayaklanmalar, darbeler, askeri müdahaleler, ilhak ve işgaller sergilediğini gördük.

Çoğu ülke de buna itiraz edip bağımsızlığını korumak, kendi kaderini tayin hakkını savunmak uğruna doğal olarak direndi, savaştı ve sınırlarını korudu.

Bu, meselenin bir yönü.

Herkes bizi gözetliyor

Klasik bir laf ama, bugün dünyanın global bir köy haline gelmesi gibi bir gerçekle de yüz yüzeyiz.

Ulus-devletler hükmünü sürdürse, kendi kaderini tayin hakkı halen geçerli olsa bile, günümüzün teknolojisinin getirdiği olağanüstü iletişim, ülkeler ve kıtalar arasındaki yoğun insan hareketliliği, ulusal sınır ve duvar tanımıyor.

Ülkelerde neler olup bittiği artık ulusal sınırların ardında gizli-saklı kalamıyor. Bir de bu ülkeler bazı uluslararası kuruluşlara ve gözetim organizasyonlarına kendi rızalarıyla üye olmuşlarsa, yönetimler çizgi dışına çıktıkları an alarm zilleri çalmaya başlıyor.

Bu bakımdan "Kendi sınırlarım içinde bir biçimde iktidara gelmişsem, ne istersem yaparım" devri bitti.
Filistin, Myanmar, Caracas, Şam, Pekin veya Yemen bize İstanbul kadar yakın.

Bu yeni durumun henüz ilk evrelerinde olsak da, gelinen nokta dünya kamuoyunun oluşması ve ortak vicdanın gelişmesi için yeterli olabiliyor.

Ulusal devletlerin sınırları içinde despotik rejim inşasının, demokrasi dışı uygulamaların, insan hakları ihlallerinin, ekonomilerin çökertilmesinin, yolsuzluk ve yoksullukların... ülke yönetimlerince savunulması eskisi kadar kolay olmuyor.

Soykırım, etnik temizlik, kendi yurttaşlarını göçe zorlamak, kimyasal silah kullanmak gibi insanlık ve savaş suçları, ya da başka ülkelerin toprağını istila, işgal ve ilhak etmek, uluslararası hukuk açısından müeyyidelere yol açıyor.
Bunlar da meselenin ikinci yönü.

Sorunlu rejim ve kötü yönetim

Chavez’in ölümünün ardından yerine gelen Maduro'nun, hayli tartışmaya yol açan bazı politik adımları var.

Bunlardan ilkinde, 2015'te Yüksek Mahkeme’ye yaptığı toplu atamayla bu anayasal kuruluşu kontrolü altına aldı.

İkinci olarak, Amazon Eyaleti vekillerinin yemini sırasında usulsüzlük yapıldığını ileri sürerek, muhalefetin kontrolüne geçmiş bulunan Ulusal Meclis’in yetkilerini kaldırdı. Onun ardından, alternatif olmak üzere Mayıs 2017’de aynı yetkilerle donatılmış bir Ulusal Kurucu Meclis (ANC) yarattı. Bu meclisin üyelerini, kendi çizgisine yakın kişilerden seçiyor.

20 Mayıs 2018’de yapılan ve muhalefetin büyük ölçüde boykot ettiği başkanlık seçimlerine katılım yüzde 46 civarında gerçekleşti. Maduro geçerli oyların yüzde 65’ini alırken, seçime giren bazı muhalif adaylarla arasında hayli fark olduğu gözlendi. Ulusal Seçim Konseyi (CNE) ise on sekiz kez denetlediğini belirttiği bu sonuçları onayladı. Ancak seçimlerin zamanından evvel yapılması, düşük katılım ve sonuçlar hakkında oluşan kuşkular, yaygın ve daha sert bir meşruiyet tartışmasını beraberinde getirdi.

Şimdi ABD'nin geçici başkan olarak tanıdığı Juan Guiado liderliğindeki Ulusal Meclis bu sonuçları tanımadı ve Maduro'nun ikinci dönem başkanlığını 5 Ocak 2019’da yaşa dışı ilan etti. Buna karşı Maduro, altı yıllık ikinci dönem için 10 Ocak 2019'da yemin ederek göreve başladı.

Venezüela’da yaşanan soruna çözüm bulmak amacıyla 14 bölge ülkesinin oluşturduğu Lima Grubu ile Amerikan Ülkeleri Örgütü (OAS), bu duruma karşı çıkıp ekonomik yaptırım uyarısında bulundular. Rusya, Küba, Bolivya ve Türkiye gibi ülkeler Maduro'ya destek verirken, AB ülkelerinin çoğunluğu tavrını muhalefetten yana açıkladı.

Halk seçmeli, halk değiştirmeli!

Demokratik ölçülerden hayli uzak siyasal rejimini, keyfi uygulamalarla tıkanan sistemini, çöken ekonomisini, ülke kaynaklarının hesapsız tüketimini, derin yoksulluk ve muhtelif endişelerle ülkelerini terk eden milyonları dikkate aldığımızda, Venezüela'nın derin bir çıkmaza girdiği ortada.

Bunda ABD ambargosunun rolü olduğu gerçekse de, işlerin bugüne kadar sürdürülen siyasal ve ekonomik politikalarla yoluna giremeyeceği görülüyor. Bu kutuplaşma ve inatlaşma politikaları devam ederse, işin daha vahim noktalara varacağı aşikâr.

Darbe veya dış müdahale ise durumu iyice berbat edecek. Kalan demokrasi ve uzlaşma imkânları hepten yok olacak. Şu son birkaç yılda sayısız ülkede böyle olmadı mı?

Venezüela yönetimi ile muhalefetin karşılıklı geri adımlarla bir uzlaşma zemini bulmaları, daha adil ve saydam bir seçime gitmeleri halen mümkün.

Öte yandan, savaş ve insanlık suçu sözkonusu olmadıkça, BM kararlarına ve raporlarına dayanan bir karar bulunmadıkça, Venezüela'ya "meşru bir yönetim getirmek" adına yapılacak bir ABD müdahalesi, uluslararası hukuka aykırı ve kabul edilemez bir adım olur.

Bırakalım Venezüela halkı bu iç sorununu kendi çözsün!

Yurttaşlar beğenmedikleri yönetimleri değiştirme iradesini kimseye devredemez. Bütün zorluklarına rağmen, ülke koşullarına uygun demokratik yollardan er geç bunu başarırlar.

Yalçın Yusufoğlu

1 Şubat 2019 günü aramızdan ayrılan Yalçın Yusufoğlu, 3 Şubat Pazar günü Üsküdar Çiçekçi Camii'nde kılınan öğle namazından sonra Ümraniye Hekimbaşı Mezarlığı'nda toprağa verildi.

Diyarbakırlı Hambeliler Ailesi'nin üç çocuğundan biriydi. Lise eğitimini ABD’de tamamladı. İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi'nde Jeofizik ve Jeoloji Mühendisliği eğitimi aldı. Kısa bir süre Elektrik İşleri Etüt İdaresi’nde, baraj ve santrallerin zemin etüdü alanında çalıştı. Kuruluşundan bir süre sonra TİP’e üye oldu. 12 Mart 1980 darbesi sonrasında kurulan Türkiye Sosyalist İşçi Partisi’nin (TSİP) genel sekreteriydi ve faaliyetlerinden dolayı bir yıl tutuklu kaldı. 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrasında, yargılandığı dâvâdan aldığı 25.5 yıl ceza kesinleştiğinden, uzun yıllar Almanya ve Fransa’da sürgün olarak yaşamak zorunda kaldı. 141-142. maddelerin kalkması üzerine Türkiye’ye döndü. Sosyalistlerin birliğinin gerçekleşmesi için çok çaba sarf etti. TSİP’in kendini feshederek kadroları ve imkânlarıyla bu birliğe katılmasında büyük emeği geçti. Son kongrenin Kapanış Bildirgesi’ni kaleme aldı. Birlik partileri Sosyalist Birlik Partisi (SBP), Birleşik Sosyalist Parti (BSP) ve ÖDP'de yer aldı, çalışmalarına katıldı.

İngilizce, Almanca ve Fransızca bilen Yalçın Yusufoğlu yıllar boyu çok sayıda çeviri yapıtı, makale ve kitaplar yazdı.

Entelektüel donanımı, çalışkanlığı, mütevazı kişiliğiyle çok seviliyordu. Onun her daim gülümseyen yüzünü ve geleceğe dair umutlu duruşunu unutmak mümkün değil. Arkadaşı ve yoldaşı Çağatay Anadol mezarı başında yaptığı konuşmada, Yalçın Yusufoğlu'nun vasıflarını ve özellikle Kürt sorununa ilişkin duyarlılığının kendilerini nasıl etkilediğini anlattı.

Işıklar içinde yatsın. Ailesinin ve dostlarının başı sağ olsun.