Sadece yasalar ve mevzuatlar değil acıklı olan. Azgelişmiş ülkelere özgü lider profilleri de bir hayli revaçta bizde. Halktan kopmak, onları aşağılamak ve megalomaniye sahip olmak da liderliğin kendine özgü doğal bir gereği gibi algılanmakta. "Devlerin omuzlarında durduğu için yüksekleri gören" genel başkanlar, liderler, o devlerin hem omuzlarından inmek istemezler, hem de onları küçümseyerek, öğütme mekanizmasını çalıştırırlar.

 

Algı yönetimi denilen toplumu yönetme ve yönlendirme mekanizması son yıllarda Türkiye siyasetinde uygulanan vazgeçilmez bir yöntem oldu. Bunu, başta basın ve iletişim organları, sosyal medya ile kamuoyu araştırma şirketlerinin ortaklaşa yarattıkları bir gerçekçi sanallık olarak da tanımlayabiliriz.

Kamuoyu yoklamalarında çoğu kez ilginç verilerle de karşılaşmak mümkün.

Geçmişte uç akımlardan kaçma psikolojisi egemen olan, ortacı düşünen seçmen, son yıllarda enteresan tercihler yapmakta. Ya hiç gidilmemiş patikalara girip denenmeyeni denemekte, ya da tarihi tekerrür ettirerek usanmadan denenenleri deneme eğilimine girmekte. Kendine gidecek yer aramakta.

Toplum olarak derinleşen muhafazakârlığın böylesi de biraz abartılı değil mi sizce? Yoksa bu toplum hep muhafazakâr mıydı? Ya da muhafazakârlığın tanımı yeniden mi yapılmalı?

Uzun süreden beri toplum hızla kutuplaşmakta ve artık içimizdeki ötekiler diye görülenler devletin bütün kurumlarında kurumsallaşarak, ötekileşmeyi bir politikaya ve uygulanan realiteye dönüştürmüş durumda. Artık devletin bizzat kendisi olmuş durumda.

Görünen o ki, milliyetçi, yarı milliyetçi ve muhafazakârlaşmak, gerek Türk seçmeninde, gerekse Kürt seçmeninde belirleyici oranda prim yapmakta. Seçmen doğru olanı, programı olanı, vizyonu olanı değil; iktidar alternatifinde demokrasi ve özgürlük talebini değil, günlük iktisadi istikrarı tercih etmekte.

Aslında Kürt seçmenlerin tercihini iktisattan çok, demokrasi talebi belirliyor.

 

Vatandaş "ekonomi mi, özgürlükler, hukuk ve demokrasi mi" açmazı içinde tercihleriyle gelgit yaşıyor. Toplumun bir seçeneksizlik cenderesinin arasına sıkışmış çaresizlik hali başka nasıl açıklanabilir ki? Yoksa bu durum sosyolojik bir travma mı?

Bunun yanıtını sosyal bilimciler verecek.

Vatandaş mı alternatifsiz, muhalefetler mi alternatif olamayacak kadar beceriksiz.

Peki neden halkımız bir türlü mükemmeli aramaz da, iş yapanı ama az çalanı, ehvenişer olanı tercih eder. Yoksa seçmende de büyük bir ahlak erozyonu mu yaşanıyor? Gerçekten seçeneksizlik ve siyasal sıkışmışlık hali mi mevcut? Çalmak, aşırmak şark kültürünün bir etkisi olabilir mi?

Sorgulamak, eleştirmek, yorumlamak, düşünce üretmek bu toplumu neden rahatsız ediyor. Bunun nedeni geleneksel değerler silsilesi mi, Osmanlı’dan gelen tebaacı toplum psikolojisi mi, yoksa yoksulluğun ve bireysel dışlanmışlığın yarattığı haletiruhiye mi? Ya da sanayi toplumu olamadan yarı köylü, şimdi de altyapısı oluşamadan giydirilen serbest piyasanın yarattığı ahlaki erozyonun sonucu mu? Parayı ve ticareti kazanırken, "değerlerini" kaybediyor galiba bu toplum.

Yoksulluğun olduğu bütün ülkelerde her türlü istikrarsızlık var. Yoksa bile egemen ülkeler bir şekilde bunu yaratıyorlar. Peki nitelikli bireylerin yetişmesi için ulusal ve toplumsal zenginleşme gerekiyorsa, bu zenginleşmeyi yaratacak iradeli siyasi gücü belirleyecek olan halk mı? Yoksa kendi zenginliklerinin daha çok zenginleşmesi yolunun, bireyin ve tüketicinin zenginleşmesinden geçtiğini düşünen tekelci güçler mi?

Yurdumuzda neden milliyetçilik bu kadar prim yapıyor? Her ne kadar milliyetçi parti oy kaybetmiş olsa da bu durumu iktidar partisinin iyi kullanmasına bağlı olduğunu unutmamak lazım. İnanç ve milliyetçiliği kim iyi tanıtıyorsa o kadar prim yapıyor.

Milliyetçi, ayrılıkçı akımlar hız kazanıyor ve dinsel değerler, etnik milliyetçilik kaşınarak bütünleşme değil, ayrışma öne çıkarılıyor?

Buna zemin hazırlayan şey siyaset mi, ekonomi mi? Yoksa diyalektik bir etkileşim olarak her ikisi mi? Ya da hiçbiri değil de, bu bir "küresel emperyalizm"in egemenlik oyunu mu?

Biz toplum olarak birleşerek kazanacağız. Bu ne zaman anlaşılacak?

 

Ulusal zenginleşme artık tek başına ülkelerin kendi dinamikleriyle, dünyadan soyutlanarak gerçekleştirilebilecekleri bir iş değil. Artık dünya kocaman bir pazar yeridir. Sizin bu pazarda hangi yöntem ve sistemle yer alacağınız, hangi rekabet gücünüzü uygulayacağınız önemlidir.

Üretim, vazgeçemeyeceğimiz ekonomik ve sosyolojik bir vaka olmak zorunda. Tüm toplum olarak daha çok çalışmalı, daha çok üretmeliyiz. Üreten Çin, dünyada bütün toplumlara örnektir.

Biz var olan kaynaklarımızı ya kullanamıyoruz, ya da yeraltı ve yerüstü varlıklarımızı işleyecek ve dünya pazarında bir değer yaratarak pazara sunacak teknolojimiz ve yeter derecede nitelikli insan gücümüz yok.

Eğer 1940'lı yıllarda İspanya ile Türkiye'nin kişi başına milli geliri aynıyken, bugün İspanya’da 25 bin Euro, Türkiye’de 7 bin dolarsa bunun suçlusu kim? 1940'lardan beri bu ülkeyi hangi düşünce eğilimine sahip partiler yönetmekte?

İşsizliğin % 10.6 oranına çıktığı, nüfusun 3 milyon 300 bininin iş bulamadığı bir ülkedeki seçmen, buradan hiç ders çıkarmışa benziyor mu?

Ne çıkarsa çıksın, seçmenin tercihine saygı duymak zorunda herkes.

Trajediye yer yok, demokrasi böyle bir şey.

 

Bu artan milliyetçiliğin ve dinsel ayrımların nedeni sadece siyasal olabilir mi? Bana göre varsıllaşma ve bireyin gelirinin artması, ulusal zenginliğin doyurucu derecede yükselmesi; dini değerlere veya milliyetçi değerlere yaslanarak ayrımcılığı körükleyen akımları ortadan kaldıran en geçerli realitedir.

Ulusal zenginliğin var olması değil, sadece onun adil bir şekilde tarafsızlığını koruyacak olan sosyal devlet eliyle topluma bölüştürülmesi veya bölüştürülme yöntemlerinin adil olması da alt çatışmaların oluşumunu ortadan kaldıracaktır. Bu çatışmaların doğmasına olanak tanıyacak iklim oluşmayacaktır.

Milliyetçi ve dinsel değerlerin dünyada trend kazanması, toplumu etki altına alması, demek ki bütünüyle gerektiği kadar bireysel zenginleşmeyi, bireysel olarak da entelektüel gelişmenin sağlanamamasından kaynaklanmaktadır.

Sınıf çatışmasının yerine yeni düşmanlar koymak gerekiyordu, onu da buldular.

Bugün ortaya atılan ve gelecekte de sıkça karşılaşacağımızı sandığımız, medeniyetler arası çatışma kavramlarının bireye enjekte ediliyor olması, dinsel öğeler olarak algılanıyor olsa da, esasen dünyada var olan veya oluşturulan zenginleşmenin paylaşımındaki kavganın ta kendisidir.

Sınıf savaşının yerine etnik ve dinsel savaşlar konuluyor.

Yani egemen ülkeler kendi varlıklarını yeni düşmanlar yaratarak sürdürüyorlar. Böyle bile olsa sınıf çatışması tarihi bir realite olarak orta yerde öylece duruyor.

Yoksul daha yoksul.

Zengin daha zengin.

 

Bugün için gelişmiş ülkelerin kendi sınırları içinde dinsel, etnik veya örgütlenmiş aşırı milliyetçi sokak çatışmalarının varlığına tanık olabiliyor muyuz?

Neden bütün savaşlar, kan ve gözyaşları yoksul ülkelerde yaşanıyor; bunu sorguluyor musunuz?

Ortadoğu neden kan ağlıyor? Milyonlarca insan bu coğrafyadan yeryüzünün bir başka coğrafyasına neden her şeyini bırakıp kaçıyor. Bu dramı bencil ve nobran yönetimlerle, Doğu’nun cahil ve işbirlikçi yönetimleri yaratmadı mı?

Dünyada nerede yoksulluk varsa orada cehalet var, yolsuzluk var, hukuksuzluk var, antidemokratik yönetimler var. Bunlar birbirlerini üretip büyütüyorlar.

Ve bu her dördünü de barındıran ülkeler, hem ekonomik olarak, hem de siyasi olarak emperyalizmin kıskacına girmiş kıstırılmış ülkelerdir.

Ve bu ülkeler, her zaman her türlü istikrarsızlığa, iç çatışmaya gebedir.

 

Dünyadaki bölgeler arası kalkınmadaki geri kalmışlık ile benzer anlama gelen, insanoğlunun topluca yarattığı her türlü üretimsel değerlerin adil olmayan paylaşımı; etnik kimlikleri, yöresel çatışmaları veya dinsel ayrışmaları gerekçe göstererek iktidar mücadelesine zemin hazırladığını artık biliyoruz.

Bu iktidar mücadelesinde genellikle egemen güçlerle işbirliği yapan yerel ortaklarının ve onların etkisi altındaki siyasi partilerin çoğu kez başarıya ulaştığını da görüyoruz.

Ancak bu başarı ulusal zenginleşmeyi sağlamaktan öte, ulusun zengin kaynaklarının ve yaratılmış artı değerlerinin hunharca paylaşılmasının iktidarını oluşturmaktadır.

Buna hepimiz her gün tanık oluyoruz.

Bu iktidarlar öyle başarı sağlıyorlar ki, sanki pırıl pırıl parlayan, aydınlık demokrasinin araçlarıyla meşruiyet kazandırıyorlar kendilerine. Demokrasi ve özgürlük söylemleri en iyi malzeme onlar için.

"Demokrasi" diye diye, "özgürlükler" diye diye her gün daha çok büyüyorlar.

Kazananın her zaman meşru ve haklı olduğu yalanına inandırmaya çalışıyorlar toplumu.

Kazananın her zaman haklı olmadığını çok iyi biliyoruz.

 

Peki iktidar olmanın yolu ne kadar onurlu, demokratik ve haysiyetlidir.

Yoksa Makyavelci anlayışla iktidara giden her yol mubah mıdır? O zaman darbelerin ahlakı var mıdır?

Darbelerin sadece kaba bir şekilde yapılmadığını, sivil, bürokratik ve siyasi darbelerin de hayat bulduğunu biliyoruz.

Modern darbeler yani.

Bizim bu güzel yurdumuzda demokrasimizin olmazsa olmaz koşulu olan "demokratik seçim" uygulaması görünüşte kulağa hoş gelse de, siyasi partiler yasasının, seçim yasasının antidemokratik ve çarpık duruşu, azgelişmiş ülkelere özgü bir modeli ortaya koymakta olduğunu bilmeyen kalmadı. Her iktidara gelenin kendi lehine kullandığı iyi bir model.

Sadece yasalar ve mevzuatlar değil acıklı olan. Azgelişmiş ülkelere özgü lider profilleri de bir hayli revaçta bizde. Halktan kopmak, onları aşağılamak ve megalomaniye sahip olmak da liderliğin kendine özgü doğal bir gereği gibi algılanmakta. "Devlerin omuzlarında durduğu için yüksekleri gören" genel başkanlar, liderler, o devlerin hem omuzlarından inmek istemezler, hem de onları küçümseyerek, öğütme mekanizmasını çalıştırırlar.

Doğrusu baskı altındaki bazı toplumlar da, celladının kılıcını öpmekten hoşnut olmaktadır.

Bunun çokça örnekleri mevcuttur.

 

Son olarak; ne acı ki bütün iletişim araçlarının yarattığı inanılmaz etki bombardımanı, bireyin davranışını ve özgür iradesini ele geçirmiş bulunmaktadır.

Bağımsız bir şekilde sandığa giderek kendi elleriyle, önceden kurgulanmış bir yargı ile işaret edilen partilere sözümona "özgürce" oyunu vererek tercihini yapmaktadır seçmen. Oysa tercihi yapan kendisi değil, o güçlerin yarattığı sanallık, şartlanmışlık ve bir yarı uyku halinden başka bir şey değildir.

Bu bir pazarlama stratejisi ve başarısıdır.

Yoksa seçmenin "özgür iradesi" demek boş bir sanallık mıdır?

Bu durum bir "Matrix" halidir. Bizi Matrix'ten çıkartacak ve huzura, toplumca yaratılan değerlerin hakça paylaşımına kavuşturacak kahramanlara ihtiyacımız yok.

Asıl kahramanın yüreğimizle beynimizin kesiştiği noktada duran kendimiz olduğunu, bir bütün olarak bu topraklar üzerinde kendi kimlikleriyle yüzyıllardır birlikte yaşayan ulusal ve insan olmanın onurlu varoluşunu anladığımızda başarıya ulaşacağımızı keşfetmemizde yatmaktadır.

Neye ihtiyaç duyduğumuzu aynaya bakınca göreceksiniz.

Yeter ki bakmasını ve görmesini bilin!