Bir şiirimde kullanmıştım, "gitmek kimi zaman boşaltmaktır kendini" diye. Gidebilmenin içinde müthiş bir özgürleşme duygusu egemendir. En azından bende bıraktığı etki böyle.

Sizden gidilen mi olmak istersiniz, yoksa giden mi?

Hangisi daha  hüzünlü kendinize sorduğunuzda?

Burada gitmenin koşulları da sizi ne kadar etki altına aldığı ile doğrudan bağlantılı. Zorunlu gitmek mi, yoksa gönüllü gitmek mi; ikisi arasında fark var.

Benim hayatımda gidenim de çok oldu, gönderilenim de. Ama hepsi anıların yurdunda naftalin kokulu eskimiş bir gömlek gibi saklı kalacak, kimseye söyleyemem.

Gidebilmek; alıp başınızı gidebilmek...

Bir mahpus için inanılmaz bir düştür bu. Uçsuz bucaksız yeşil çimenlerde özgürce koşabilmek duygusu. Bir onulmaz hastalığa düşen  için de öyle.

Gündelik hayatlarımızın mahpushanesinde yaşayanların özlem duyduğu, planlar yaptığı, ancak hiçbir zaman cesaret edemediği bir eylemdir gidebilmek.

Mahpusluk; kimisinin kafasının içinde, kimi hayatıyla mahkûm... Siz de tanık olmuşsunuzdur, ben öyle çok duyuyorum ki etrafımda "bir balıkçı kasabasında yaşamak istiyorum" söylemlerini.

 

Ama biliyorum, gidemez kimse...

Çoğu kez sahip olduklarımızın, gerçekte bize sahip olduğunun farkına varmadan yaşarız. Aslında gidemeyişimizin nedeni de budur. Asıl sahiplerimizden vazgeçemeyişimizdir bizi bağlayan.

İş kurarız, şirket kurarız, meslek ediniriz ve onu büyütmek için bin bir hırsla çalışırız ki müreffeh ve huzur içinde yaşayalım. Ancak öyle bir hale dönüşür ki yaşam, bu büyüttüklerimizin, şirketlerimizin, işimizin esiri olmuşuzdur farkında olmadan. Artık biz onu değil, o bizi yönetmeye başlamıştır.

Bütün planlarımızı, tatillerimizi, sevdiğimiz insanlarla buluşmalarımızı onun koşullarına göre yaparız. Onun izin verdiği kadar sosyalleşir, izin verdiği kadar kendimize zaman ayırırız. Burada roller değişmiş, kendi yarattığımız canavarın kemendi boynumuza çoktan geçmiştir.

Patron odur artık.

Yarattığımız ve gece gündüz demeden büyük bir hırsla büyüttüğümüz  işlerimiz, elimizden özgürlüğümüzü ve bağımsızlığımızı alıvermiştir sessizce. "Sürekli büyü, sürekli kurumsallaş, sürdürülebilir kârlılık" gibi büyülü lafların esiriyizdir artık.

 

'Ferrari’sini Satan Bilge' kitabı neden yüz binlerce sattı sanıyorsunuz? Bu karmaşık ve içinden çıkılamaz kent yaşamından kaçışın ve kendine dönüşün ve yeniden kendini keşfetmenin hikâyesidir çünkü o. Hepimizin özendiği, ancak bunu yapabilme cüretini gösterenler hakkında konuşabilmekten öteye gidemediğimiz bir durumdur ne yazık ki!

İnsanın kendisini bilmesi kadar saygı duyulası bir şey yoktur. Kendini bilen zaten başkalarını anlamak için de çaba gösterir, empati yapar. Günümüzde televizyon yorumcularını izliyorsanız, ne kadar çok kendini bilmezin olduğunu görürsünüz. Öyle ya, kendini bilmeyen, sınırlarını da bilmez.

Mevlana’ya sormuşlar: "O kadar çok bilgilisiniz ki, en çok bildiğiniz şey nedir?"

"Ben en çok haddi mi bilirim," diye yanıt vermiş.

Ne öğretici değil mi?

İnsanın en az tanıdığı kimdir biliyor musunuz?

Kendisidir.

Çünkü insan, hayatta kendisi dışında uğraşacak ve emek vereceği her şeyi anlar, yapar.

Bir, kendisini tanımak için çaba göstermez. Aslında kendisini tanımak için çaba göstermesi gerektiğinin de farkında değildir.

 

Gitmek büyülü bir sözdür.

Gidenlerimizin ardından bazen bakakalırız.

Ya da gidenin dönebilme ihtimali üzerine şiirler yazarız.

Oysa ne giden gelir, ne de siz ‘gelsin’ istersiniz. Sizi büyüleyen şey, onu beklerken yaşadığınız duygunun gizemidir sadece.

Aşktan gitmek, çocukluğundan gitmek ya da hasretle yolunu gözleyen anaya gitmek... Hepsinin içinde gidenle kalanın, bekleyenle bekletenin vazgeçilmez özlem duygusu egemendir.

Ya yurdundan gitmek nasıl bir şeydir? Bunun empatisini yapmak bile inanılmaz acı verir insana.

Oysa o kadar çok aydın, yazar, şair bu memleketten zorunlu gitti ki. Birçoğu geri dönebilmenin hayalini düşleyerek öldü. Yakın ve uzak tarihimizde saymakla bitmez örnekleri...

 

Ya bir savaşın ortasında kalmak çocuklarınla, sevdiklerinle.

Ölümün her an kapınızı, bir tuz istemeye gelen komşu yakınlığında çalmaya hazır beklemesi nasıl bir acıdır düşünebiliyor musunuz?

Sınırımızın öte yanında, bazen de içinde memleketimizin, bir bomba yakınlığında kol geziyorken ölüm, yaşamdan ve yaşadığın anayurdundan gitmek.

Bu gitmek midir, gönderilmek midir?

Yoksa yurdundan sürgün olmak mıdır?

Çocukluğunu yaşadığın bahçeler, duvar diplerinde küçüklük hayallerinde büyüttüğün oyunlar... Bir ömür boyu anılarında saklı kalacak sokaklarının kokusu... Hepsini geride bırakıp sadece bir tek kuru canını, sevdiklerini ve bir bohça dolusu kıyafetle yollara düşmek.

Bazen gitmek, yeniden umutlanmak çabası ile bir deniz kumsalına upuzun yatan bebelerin ölü bedenlerine tanık olmak...

Bu çağın en büyük utancı ve modern dünyanın alnında kara bir lekedir bu yaşananlar.

Toprağından koparılan yeşil bir dal gibi başka memleketlere sürgün olmak  ve bir gün dönebilmenin hayalini kurmak.

Bu da gitmenin bir başka rengi, bir başka acı suyundan başka ne ola ki?

 

Gitmek, sancılı bir eylemdir ama bir başka umudun sancısını da içinde taşır.

Gitmekle kalmak arasında ince bir çizgi vardır.

O çizgi sizin yaşam çizginizdir.

Hangi yöne gideceğiniz, o yolda karşılaşacaklarınız ve tecrübe edecekleriniz, yaşamınızın kendisi demektir.

Gitmek ayrılığı da, kavuşmayı de hayata dahil etmektir.

Gittin mi dönecekmiş gibi değil, umudu yeniden yeşertecekmiş gibi yaşarsan, insan olmanın özgüveni ve özgürlüğü de seninle gelecektir.

Karar senin!