Bir yolculuk düşlemiştim oysa ırmağında duru gözlerinin, sandalın ipi yüreğine düğümlü. Sözcükler varsa, tanımlanacak duyguların hiçbir gizliliği kalmayacak kadar çıplak.

Değer vermek ve almak rakamların kesin sonuçlarıyla açıklanamayacak kadar ustaca saklanmıştır yüreklerin gri yanlarına.

 

Bir yolculuk düşlemiştim oysa gittiğin yer yüzüm olacak.

Aynı şeye sevinmenin parıltısını beklemiştim bir zaman aralığında.

Olabildiğince sıcak bir Ege özgürlüğü süslemişti umut eden yanımı.

Sevinirsin sanmıştım kalkıp gelişim için, büyük düşünmüştüm kendimce.

Hesaplanamaz kadar hesaplı bir gülüş, gökyüzü ayaklarıma kadar bunalım içinde.

 

Geldim dedim, buz kesildi her yanın metalik bir telin ucunda.

Böyle bırakmamıştım oysa. Sana İstanbul’un saklısını vermiştim ya da belki uzak bir medeniyetler şehrinin duru tazeliğini; yanılmışım.

Yalnız dolaştım taş sokaklarını uzağın, sevimli insanların yüzlerinde ferahlığı gördüm, hesapsız ve yabancılaşmamış.

Bir kasaba düşlemiştim ikimiz için, her gün bir saat zamanın yeteceği kadar uzun ve bitimsiz. Zamanı çalamadın kendinden, çalmadın iki dudağın uzaklığı kadar.

 

Sevmek, samimiyet sınavıdır, her gün önünden geçip gittiğimiz, yalın, bütünüyle çıplak ve keskin bir bıçak kadar gerçek ve hesapsız.

Kalabalık bir maskenin ardında sokaklarda insan yüzleri.

Ne aradığım var artık, ne ben buralıyım.

 

Tanrım, bu gökyüzü neden bu kadar mavi ve yalnızlık kadar büyük?

Bu ağaçların denize susamışlığı sen yoksun diye mi acıtıcı?

Bekledim, büyüdü bakışlarımda gel demelerin. Saklı ve korkak alıştırılmış bir masalı yaşar gibi yaşadım bir zaman aralığını.

Bilemezsin zamanın yüzümü yırtarak geçişini.

Bilir gibi yaparsın bilemezsin, anlar gibi bakarsın boş ve bilirim bu boşluğu ben.

Tanırım, ama söyleyemem.

 

Bir otel odası sıkılır başucumda her akşam.

Her akşam yeniden büyür sevgi sözlerinin yalansı alacakaranlığı.

İşte hesapsız olmanın hesabı.

Sevincini paylaşacak başka gülüşler aradın yanı başımda. Yüzeysel ve eğreti ilişkiler, tabanı olmayan.

Duru bir suda gölgesinden utanan çalı yaprağı kadar değersiz limanlar aradın, aynı kasabanın içindeyken.

 

Bir yolculuk düşlemiştim oysa, her akşam güneşin kızıllığını avuçlarımızda büyüteceğimiz.

Uzun bir yol üstünde neşeli köylülerle böğürtlenler toplarız sanmıştım doğmamış çocuklar için.

Gitmek, kimi zaman yüceltir insanı.

Yeniden büyür yüreğin, onurun aşka hapsolmuşken.

Tutuklu gülüşler takarsın yüzüne, inandıramazsın.

 

Bir yolculuk düşlemiştim oysa, gittin mi gelmeyeceğim ve sana dönüşeceğim.

Oysa zaman şimdi sana dönüştü, anlıyor musun? Uzun ve aralıksız.

Bir oyundur bu, boynumuza taktığımız ve katıksız.

Bir güvercin kadar ürkek, dere kenarlarında su içer gibi.

Yalnızlık kadar sinsi sincapların oyunlarında  buruk  bakışlar, sen bana, ben sana kurgulu.

Bu gitmeler gitmek değil.

Gider gibi yaparsın ama gitmezsin, gidemezsin.

Bilirsin arkanda uğuldayan gümbürtüsünü yüreğin.

 

Bir yolculuk düşlemiştim oysa, taze kaysıların sarışınlığı kadar saf, umudu kendinden menkul dokunmalara sarsak.

Ne kelimelerin anlamı var, ne sözcüklerin boynu bükük.

Bir taşın ağırlığı kadar gerçek ve soğuk.

Sevgisizlik değil çürüten toprağında suyu, kendine akamayan bir ırmağın bunalmışlığıdır yaşadığımız, dolambaçlı ve hırçın.

 

Bir yolculuk düşlemiştim oysa, moru mor, çatısı ala...

Yaşamak, büyük bir boşluğun dolduruluşu mudur yüreğimizdeki yağmur sağanağına...

Oysa şimdi gelmelisin, yarın geç, gün doğmadan şafağıma...