Buğday:

At arabalarının satenlerinde çekilen başaklarda öğütülen harman yeridir benim için. Önde, iki atın ya da iki öküzün döne döne öğüttüğü başakların buğdayla buluşmasıdır. Sonra, dövenin üzerinde oturuşum gelir aklıma. Harman yerinde meşe ağaçlarının yapraklı dallarından gölgelik yapılan keliklerin serin gölgesinde testide ayran yeridir harmanın adı.

Buğday:

Bizim yere düştüğünde üç defa öpüp alnımıza koyduğumuz kutsalımızdır o.

Yeşilden sarıya dönen toprağın mucizesi içinde upuzun saklandığım çocukluğumun şifresidir o tarlalar.

Başaklarından çobanlığımda ateşte ütme yaptığımız, orakta altın sarısı yığınlarında körebe oynadığımız bir başka büyülü yaşamdır benim için.

Kaç zamandır içim acılı.

Soner Yalçın’ın 'Saklı seçilmişler'ini okuyunca içim ürperdi.

Bizim kutsalımızın genetiğini bozmuşlar. Öpüp alnımıza koyduğumuz o buğday, meğerse artık o değilmiş. Genetiği değiştirilmiş, başkalaşmış.

Ben eşeğin heybesinde taşırdım suyla dönen taş değirmenlerden evimize yapılan unları. O değirmenler ki kızılcık ağaçlarının arasında ağaçtan yapılma masalsı yerlerdi. Yukarıdan akan suyun kocaman ve ağır taşı döne döne çevirmesi sonra arasına dökülen buğdayın una dönüşmesidir mucizevi bir biçimde.

Üveyik buğdayıdır onun adı.

Anadolu topraklarında yetişen onlarca buğday çeşidimizden biridir. Şimdi yeniden ekime ayrılacak tohumluk buğday ayırmıyor köylüler ne yazık ki. Bu hükümet zamanında çıkartılan ve tümüyle küresel tekellerin çıkarlarına hizmet eden “sertifikalı tohum” zorunluluğu gelecekte tümüyle bizi bağımlı kılacaktır.

Artık silahla savaşa gerek yok.

Bir ülkenin yiyecek kaynaklarını kontrol altında tutarsanız, onu açlıkla terbiye edebilirsiniz. Büyük bir dünya savaşı ihtimali asla yok sayılmaz bugünün olasılıklarına baktığımızda. O zaman dışa bağımlı tohumlarınızı ya alamayıp teslim olursunuz, ya da olduğundan binlerce kat pahalı alıp sömürgeye dönüşürsünüz.

Bağımsızlık denilince akla sadece sınırları çizilmiş toprak gelmesin. Her alanda bağımsızlık olacak. Öyle lafta olmayacak yerli ve milli olmak. Uygulamada ve de hayatın tam kendisinde yapacaksınız.

Kocabaş pancarı:

Benim ilk elimle yaptığım arabam.

Ayışığında haylazlık edip köylünün tarlasında çobanlık yaptığım büyükbaş sürüsünün otlandığı illegal ilk suçlarım.

Sonra otlardan ayıklayıp çapaladığımız ve beş sırayı aynı anda çapa yapıp yarışımıza konu olan bizim toprağımız.

Kocabaş fidelerinin toprağı patlatıp güneşle buluşmasıdır yeşilin yaşama durduğu.

Gece yarısı şeker pancarını römorklara yükleyip it gibi titreyerek şeker fabrikasının kapısında sıra durduğumuz sabahlar...

Sonra evimize torbalar içinde gelen doğal şeker pancarlarından yapılma toz şekerlerimiz...

Artık bırakmadılar.

Genetiği değiştirilmiş ürünlerden şeker tadını aldırtıyorlar bize.

NBŞ denilen bir bela var: Nişasta Bazlı Şeker. Hayatımızın her alanında fark ettirmeden yediriyorlar bize. Türkiye’deki en büyük pazar sahibi bir Amerikalı şirkete ait. Bursa’da faaliyetlerini sürdüren Cargill, bu ülkenin gıda üretiminin kimyasını değiştirip tekeline alıyor.

Hayvancılıkta kullanılan yemlerdeki katkı maddeleri de, toprağımıza atılan gübreler ve onlarca kimyasal da bunların ürünü.

Cargill’i anlatmak için başlı başına bir yazı kaleme almak bile yetmez.

Türkiye, bir gıda terörünün kıskacı altında yaşıyor. Küresel güçler bunu elbette yerli ortakları ve siyaset, sermaye, bürokrasi ve basın işbirliği ile bu ablukayı sürdürüyor.

Bugünlerde elimizde son kalan şeker fabrikalarını da satma kararında hükümet. Ne olacağını sanıyorsunuz? Fabrikaların arazileri kendilerinden daha kıymetli. İstediğiniz kadar şartnamelerde "faaliyetini sürdürecek" diye hükümler koyun, olacaklar belli. Bir süre sonra zarar ediyor bahanesi ile hepsi kapatılacak. Bunun örneği çok: Tekel, Et-Balık Kurumu, Sümerbank ve birçoğu... Bizi açık bir şekilde "nişasta bazlı şekere" mahkûm edecekler eğer bu kararlarından dönmezlerse.

En son ne zaman şöyle içinize kokusunu çekerek lezzetli bir domates yediniz? Balkonunuzda birkaç dal domates yetiştireyim deseniz, gidip "sertifikalı tohum" alacaksınız. Bugün yediğimiz domateslerin tohumları yok. Çekirdeklerinden yeni domatesler olmuyor. Uzun süreden beri domates tohumunu bu ülke İsrail’den alıyor. Televizyonlarda "onu yemeyin, bunu yemeyin" diye tartışan doktor ve uzmanlar, işin kaynağına tek söz etmiyorlar.

Kanser ve diğer hastalıklar, bir sonuçtur. Sağlık Bakanlığı’nın acil servislerin mimari yapısını değiştirmesi reform değildir. Hastalıklara neden olan etkenleri ortadan kaldırmaya çözüm üretmelidirler.

Bir tarım ülkesi olan ve tarımı ile yüzde yüz kendi kendine yeten bir ülkeyken şimdi bağımlı bir hale geldik. Bize bu kötülükleri kim yaptı?

Aşağıya bir bakalım, biz neleri yurtdışından ithal eder hale gelmişiz:

Buğday ithal,

Saman ithal,

Et ithal,

Domates tohumu ithal,

Şeker ithal,

İnek ithal,

Nohut, kırmızıbiber, kuru fasulye, soğan, sarımsak ithal,

Pirinç, mısır, buğday, arpa, pamuk ithal...

Ziraat Mühendisleri Odası’nın açıklamasına göre:

"Türkiye; Rusya, Almanya, Fransa, Ukrayna’dan buğday, İngiltere ve Hırvatistan’dan arpa, Gürcistan’dan saman, ABD, Yunanistan, Türkmenistan ve Hindistan’dan pamuk, Arjantin’den soya, ABD, Arjantin ve Brezilya’dan mısır, ABD Vietnam, İtalya ve Tayland’dan çeltik ve pirinç, Etiyopya, Bangladeş, Mısır ve Çin’den kuru fasulye, Kanada’dan nohut ve yeşil mercimek, ABD, Ukrayna ve Kanada’dan bezelye ithal eder hale geldi."

Bunlar sadece bir kısmı. Burada saymaya kalkarsak sayfamızda yer kalmaz.

Bütün bunlardan sonra biz yerli ve milli olmanın lafzını yapıyoruz. Bir vatandaş olarak kendinize bir sorun bakalım: Bize ne oldu da böylesine bağımlı bir ülke olduk?

Emperyalist şirketler tüm yeryüzünde üretilen ürünlerin tohumlarını ele geçirdiler. Onların verimliliğini artırıyoruz yalanı ile kârlarına kâr, güçlerine güç katıyorlar. Yeryüzünde 7 milyar insan yaşıyor. Bir o kadar da etinden, sütünden faydalandığımız hayvanlar var. Yaşamın temel kaynağı beslenmek. Eğer en temel kaynağını ele geçirirseniz, dünyanın en güçlüsü siz olursunuz. Bir halkı yok etmek isterseniz ya da yoksul bırakmak isterseniz, artık kaba savaşa başvurmanız gerekmez. Onu açlıkla terbiye edersiniz ve size tümüyle bağımlı kalır.

Gıdaların genetiğini değiştirerek önce insanlığı hasta ediyorlar. Aynı şirketler bu hastalıkları tedavi için bir de size ilaç satarak para kazanıyorlar.

Bir gıda terörü ile karşı karşıyayız.

Öyle bir terör ki bu, sinsi, sessiz ve güler yüzlü. Soframızda, mutfağımızda, çocuklarımızın ellerinde, yönümüzü döndüğümüz her yerde varlar.

Bana göre silahlı terörden hiçbir farkı yok. Birisi sizi mermi ile öldürüyor, diğeri sizi gönüllü tercihlerinizle öldürüyor.

İki ölümden birini seçmek zorunda değilsiniz.

Üçüncü bir yol her zaman vardır. Yeter ki soru sorun.

Ne yapmalıyız diye?

Gücün, örgütlenmiş cehaletin elinde olmadığını, aklın ve bilimin rehberliğine inanan bilinçli insanların da yaşama sahip çıkabileceğine inanmanız, geleceğinize sahip çıkmanıza yetecektir.