Bu yazıyı yazıp yazmamakta uzun süreden beri gelgitler yaşıyorum. Aklımın ve vicdanımın tartısında muhasebe ediyorum, olmuyor bir türlü, bir şeyler içimi kemiriyor.

Görmezden gelsem, hemen her gün karşıma çıkıyor bu tartışmalar ve beni resmen tahrik ediyor bu durum.

Uzun süreden beri sosyal medyada enteresan paylaşımlar, küçük tartışmalar, bazen atışmalar ve kimi zaman da kırıcılığa varacak kadar ileri giden yorumlara tanık oluyorum.

Beni esas üzen, şahsını ve geçmiş yaşamlarındaki tutarlılığı, sağduyulu ve aydın duruşlarından şüphe etmeyeceğim dostlarımın yaşadığı çelişkiler ve akıl tutulmasıdır.

Bugünkü yaşadığımız konjonktürel ortamda ve son yaşanılan darbe girişimi karşısında, hatta terör ve şiddet karşısında gözüne ışık tutulmuş tavşan şaşkınlığında nasıl donup kaldıklarını, akıldan tümüyle uzak, önyargılar ve duygu yüklü şartlanmış tepkilerle olayları değerlendirdiklerini üzülerek görüyorum.

Ve kendime şunu soruyorum: O ciltlerce okunan ideolojik bilimsel kitaplardan hiç mi bir şey kalmadı?

Sadece görüş belirtmekle kalmıyorlar, bu görüşü paylaşmayanlara da öfke ile yaklaşmaları hoşgörü kültürünü önce kendimizin içselleştiremediğini gösteriyor. Yıllardır 'ötekisin' denildikçe, gerçekten ötekileştirmeyi çok çabuk öğrenmişler.

Şimdi bu dostlara şunları sormak istiyorum; alınmak, kırılmak yok!

Taraf gazetesini her gün elinizde, gözümüzün içine sokar gibi sallayarak okurken, çok iştahlı ve heyecanlı bir şekilde bizlere de okumamızı tavsiye ediyordunuz. "Tüm matbaa ve kâğıt masraflarını Zaman gazetesi finanse ediyor," dediğimizde inanmıyordunuz.

Her gün ordu içindeki kimsenin ulaşamayacağı ulusal güvenliği ilgilendiren bilgileri manşetten verirken, bu bilgilerin doğruluğunu ve kaynağını hiç sorgulamadınız. Birçok aklı başında insan, "Yasemin Çongar’ın eşi Amerika’da CIA'da görevli ve bu bilgiler o hiç sevmediğiniz CIA’dan geliyor," dedikçe dudak büktünüz. Anlamak istemediniz.

Askeri karargâhlarda, bir buçuk karış toprağın altında, önceden tertiplenerek konulmuş silahlar çıkınca üzerine atladınız,

Akıntılı İstanbul Boğazı'nda, denizin dibinde, elleriyle konulmuş, balık tutar gibi bombalar çıktıkça çok sevinçliydiniz,

Uyduruk CD’ler, çok kötü planlanmış iftira mektupları, geçmişi meçhul yalancı şahitlerin masallarına çok çabuk inanmıştınız,

Yıllarca içeride suçsuz yere yatırılan Ergenekon, Balyoz vs. gibi uyduruk kumpaslarla demokrasiye bağlılığından şüphe etmeyeceğimiz gazetecilerin, kimi rektörlerin, sivil ve subayların hukuksuz, adaletsiz yere özgürlüklerinin gasp edilmesini, kimilerinin orada ölmelerini sessizce izlediniz ve bu tutumunuzla suça ortak oldunuz.

Şunu çok iyi anlıyorum: Bütün darbeler ve yaşadığımız faşizmler, solu ve düşünceyi yok etti. Olmayan demokrasiyi tırpanladı. Acılar, gözyaşları, ölümler, cinayetler yaşandı. Erdal Eren’in ve diğerlerinin idamını ve bu küresel darbenin sonuçlarını unutmamız mümkün değil ve olamaz. Bugün yaşananların temelinin o günlerde atıldığını gayet iyi biliyoruz. O yüzden bugün olanlar için, “Aa, bu da nerden çıktı?” demiyoruz.

Ancak geçmişin nefretini ve geçmişin intikamcı duygusuna yanıt bulmanın adresini doğru göremediniz. Bir yanlış, bir başka yanlışla düzeltilemez, bunu anlamadınız.

12 Eylül’den intikam almak adına hiç olmayacak güçlerle işbirliği yaparak, "Yetmez ama evet!" deme ahmaklığında bulundunuz.

Bazı dostlarımızsa, 12 Eylül öncesinde şiddeti dışlayan ve demokrasi yoluyla, parlamenter sistemle, seçimlerle iktidar olmayı amaçlayan sosyalist partilerde canla başla mücadele ederken, o günün koşullarında şiddet uygulayan örgütlere karşı dururken, ne oldu da bugün şiddetten beslenen, ölümden, kandan varlık bulan PKK’nın sempatizanı oldunuz. Bu çelişkiyi neye borçlusunuz? Bizim görmediğimiz ve fark etmediğimiz sihirli bir bilgiye mi sahipsiniz?

Demokrasiyle şiddeti ne zaman birbirinden ayırmayı öğreneceksiniz?

"Barış, hemen şimdi!" derken neden savaşı kutsuyorsunuz?

Bugünün dünyasında, bana söyler misiniz, emperyalist güçlerin kontrolünde olmayan, onun himmetinde bulunmayan, onun parasal ve istihbarat desteğini almayan hangi terör örgütü ayakta kalabilir?

Bir yandan anti-emperyalist olurken, diğer yandan terörü nasıl bir haklı mücadele yöntemi görerek sempati ile bakabilirsiniz. Kürt sorunu ile iç içe geçmiş gibi duran terörü ne zaman ayıracaksınız?

Self-determinasyonu aynı kitaptan okumadık mı?

Sizin başka kaynaklarınız mı vardı?

Yoksa aynı kitapları okuyup farklı sonuçlar mı çıkardık?

Ayrışarak değil birleşerek emperyal güçlerin dünyasında ayakta kalabileceğimizi görmüyor musunuz?

Üzerinde yaşayacağımız başka bir yurdun olmadığının farkında değil misiniz?

Daha üç günlük darbe girişimine dahi ortak bir tepki vermekten uzaksınız.

"Ne askeri darbe, ne sivil dikta" anlayışında hemfikiriz, tamam.

Ancak darbeyi protesto eden muhalefet partisinin Taksim mitingine gitmeyi uygun bulanlara demediğinizi bırakmadınız. Parlamenter sistemin varlığını sürdürmesi, tartışmalı da olsa, demokrasinin ayakta kalabilmesi için en geniş haliyle bir demokratik tepki konusunda bile anlaşılmaz, eleştirel ve küçümseyici ifadeler içindesiniz.

Peki siz ne öneriyorsunuz, bir düşünceniz var mı?

Bu darbe karşısında bu toplum ne yapmalıydı?

Yenikapı mitingine HDP’nin ve parlamento dışında kalan tüm partilerin davet edilmesi gerekirdi, bu doğru. Darbeye karşı duran ve altı milyon seçmenin oyunu alan bir partinin orada temsil edilmemesi yanlıştı, evet.

Ancak siz, ana muhalefet partisini dahi, oraya gidip somut önerilerde bulunmasını eleştiriyorsunuz.

Söyler misiniz bana, bu toplum, bu partiler, bu sivil örgütler bugün ortak tavır almayacaklarsa ve en temel konularda ortak duruş göstermeyeceklerse ne zaman gösterecekler?

Cumhurbaşkanı "Yanlış yaptık, Allah affetsin!" diyebildi. Peki dün, gözümüzün içine soka soka, sallayarak okuduğunuz Taraf gazetesinin yanında taraf olurken, bütün kumpasların içyüzü bugün ortaya dökülürken, sizden bir özeleştiri veya "affedersiniz" yok mu?

O muhteşem egonuzun buna engel olduğunu biliyorum.

Egonuzun aklınızda ve vicdanınızda bir prangaya dönüştüğünün ne zaman farkına varacaksınız?

İnin artık bir zahmet o fildişi kulelerinden. Yeter orada yapayalnız kaldığınız, yazık size.

O küçümsediğiniz vatandaşın arasına katılın. Sizi bir kez bile iktidara layık görmeyen, fakat sizin ona önderlik etme ayrıcalığını layık gördüğünüz o kutsal işçi sınıfının içine karışın. Göreceksiniz ki ne o sizi tanıyor, ne de siz onu. Aynı evde, bir ömür boyu birlikte yaşamış kimi âşıklar gibi birbirinizi anlamadığınızı göreceksiniz.

Bir anlığına bile olsa farklılıklarımızı bir kenara koyarak birlikte düşünelim. Bu birlikte olma durumunu siyasi ranta dönüştürmek isteyenler çıkabilir, bu doğru.

Neden "saf" dediğimi ve onulmaz birçok "bilmişlik" saflığı içinde olduğunuzu anlatmaya çalıştım. Buna alınmak, darılmak yok.

O nobran duruşunuzu, birisinin yüzünüze söylemesi gerekiyor. Artık içi boşaltılmış kavramlarla hayatı ve günümüzün teknoloji-bilgi çağını tahlil edemezsiniz. Doğrunun tek değil, parçalı olduğunun farkına varmalısınız.

Ama her şeye ve bütün siyasi fırsatçılığa rağmen, yine de ülkemizin ve çocuklarımızın geleceği için AYRILIKLARIMIZI DEĞİL, AYNILIKLARIMIZI ÖNE ÇIKARMALIYIZ...

Başka memleketimiz yok çünkü...