Yaşıyorsam anlamalıyım serçenin kanatlarındaki tüyün ağırlığını...

Gülüşündeki sırrın, yüreğinde bıraktığı çizginin izini sürmeliyim boş zamanlarımda.

Bu yol, aşkın kıvrımlarında saklanan ayrılığın ihanete bezenmiş mevsimlerinin yüzü müdür bilmeliyim?

İnsan, daha çok insan bulaşmalı aklımın ince seyrine...

Dal budaktan usanmalı, sen aşka doymalısın bu kirlenmiş evlerde...

Şimdi daha çok bileylesem öfkemin uçurum yanını, budak daldan ayrılmaz bunca ses güneşe selam durmuşken...

Dost kim, düşman kim?

İçinde matruşkanın acı suyu kan revan, dudağımda kaç yüzyılın ihaneti...

Yaşıyorsam sormalıyım, insan nereye gider acıyı tuza basmış kirlenmiş bedeninde?

Çiçeğin yabanıl tozunda yüksek kayaların kendine dökülmesidir sadece anlamı kendine saklı.

İnsan, daha çok insan çoğalmalı yüreğimizde.

Aklımızda ayrı, ellerimizde kör olmalı kötülük, sonrası kalanlara.

İhanet bulaşıcıdır bilirsin, direnme de öyle.

Anamdan, bir kere insan bulaştı doğarken ellerime.

Babamdan miras kaldı sözü gül yapma günlerinden.

Bir ben yorulmadım uzadıkça ayrılık, uzadıkça bu zulüm.

Çocukların gözlerinden düşmedim kristalinde gözyaşının.

Etimde seğiren sana açılan kapıların seyridir bu bitip tükenmeyen.

Gülüşlerinden umudu çalacaklar çocukların, dünden önce, yarından sonra...

Geçmişsiz ve geleceksiz, yalansız ve gerçeksiz sözün bükülmesi olacak bebeklerin avuçlarında.

 

İnsan daha çok insan bulaşmalı ellerinize...

Kir değil nefret değil çoğul kelebekler gibi büyümeli pencereler evlerinizde.

Ve aydınlık kareli örtülerin üstünde ve altında yuvarlak sofraların bizi yeniden büyütmeli; geleceğe borçlu, geçmişten silerek adımızı...

Ah, insanın tuza ilk ihaneti değil bu çürüyen yalanları kana bulandıkça.

Kan, dar gelen sokakların rengiyle yazılan çocuklara armağandır şimdi konuşulmayan...

Kuşkonmaz duvarlarımız var bizim, acılarımız var usanmaz geçmişle gelecek arasında.

Yurdum gibi sağır, yurdum gibi dilsiz ve mahzenlerinde kardeş kokusu, kan kurusu sokaklarında...

Bu taş bize yük gelir, senin aşkın da öyle.

Bu beden bize küs gelir, yürek de öyle.

Alaca kuşlar uçmazsa avlumuzdan, omzumuzdan düşer kolumuz baruta bulanmış sınırların içinde.

Yaşıyorsam, anlamalıyım seni...

Tozunu dökmeden sevmeliyim bahçende toplanan gelinciklerini.

Bu ağıt nedendir suskun çadırların içinde, bunu bilmeliyim.

Başka dilli insanlar dökülürken altına dalgaların.

Toprağını koyup göğüne, taşıyabilirsin sınırların ötesine.

Sınırları koyup dolaştırabilirsin boylu boyunca bedeninde.

Taşıyabilirsin belki çocuk ağıtlarındaki çığlığın gümbürtüsünü...

Ey insan, mahlûkatın perdesinde güce anlam veren geçmiş ve geleceksiz olan...

Ne desen, bakışlarında sönmüş bir yıldızın hüzünlü bekleyişi yapışmış gözlerine.

Ve sonrası olmayan...

Büyük, karanlık ağzında sonsuzluğa ve belki de ölümsüzlüğe erecek şimdi bir kör noktasın bitişi ve başlangıcı kaybolan.

Yaşıyorsam, anlamalıyım senden önce olmuşluğumu...

Dilini çözmeliyim bu zulmün, zehrini içine akıtan bir büyük kederli halk mıdır ölümüne ağlayan, bunu bilmeliyim.

Kendine sıkışmış şehirler toplamalıyım ezberimden sana armağan...

Toprağı yanık, yüzünde biber gibi sırlanan kahır, kaderine tutunan ve rüzgârına gelirse yazıtlarında küflü, dönüşü olmayan boşluğuna savrulan ömürler almalıyım sana.

Yaşıyorsam, anlamalıyım neden insan denildiğini ve içine gömülü ihanetin bekâretini...