Dün gece yine bombalar düştü yuvarlanıp gökyüzünden üstüne çocukların.

Bir şehir nasıl yanarsa öyle yanıyor parklar, bahçeler, sular. Sönüyor umutları insanlarımızın ateşteki suyun cızırtısı gibi.

Bir ana kendi gözyaşlarına boğularak arıyor kaybettiği oğlunu. Yerde yatan her bedene, omuzlarda taşınan her tabuta koşuyor “oğlum mu” diye?

Yok; yine umutlanıyor ve düşüyor yalınayak barut kokulu sokaklara, ölümün yollarına.

Evlat acısı tarifsiz büyüyor yüreğinde.

 

Bir çocuk, iki kolu kopmuş, bütün bedeni yanıklar içinde.

Tek sağlam yanı, kendine ne olduğunu bilemediği ve bakışlarının derinlerinden yoksulluk fışkıran yaşama sevinciyle, umuduyla dolu kapkara gözleri, öylece bakınıyor olup bitenlere bir anlam veremeden.

Korku yok olup başkalaşıyor bakışlarında.

Kendi gözyaşlarına bir daha dokunamayacak o çocuk. Çişini yaparken pipisini tutamayacak o minik elleriyle. Bir çiçeği dalından koparamayacak, okşayamayacak sevdiği kızın saçlarını. Çölün sıcağına karşı buz gibi pınarlardan akan suyu avuçlarına doldurarak bir daha çarpamayacak suratına.

Bir çocuk, binlerce çocuk, ölüm yağarken gökyüzünden, bulutların acımasızlığına bir anlam veremiyor.

Ne yaptı ki çocuklar o bulutlara; oysa o, ölüm yağdırıyor onlara.

 

Gazete manşetlerinde koskoca sütunlarla geçiyor haberler: “Özgürlük götürüyoruz oraya!”

Sahi ölüm sonsuzlaşmak ve sonrasızlaşmak değil miydi?

Özgürleşmek, başkalaşmak, çiçek olmak, ağaç olmak, toz olmak, toprak olmak.

Belki de onu vuran askerin ayaklarına batacak dikenli bir bitki olmak.

Ölüm, özgürleşmenin diğer adı mıdır yüzyılımızda?

 

Hey, olup bitenleri evinde çekirdek yiyerek izleyenler, barış bekçileri, haysiyet tetikçileri, demokrasi, insan hakları söyleminin içini boşaltan ulu politikacılar!

Bu ölümler kimin adaleti?

Ellerinizdeki kan, hangi bebeğe ait?

 

Sadece kitaplardan okurduk, filmlerden izlerdik Hitler’in insanlık katliamını.

Ya da sadece Hiroşima ve Nagazaki anılırdı yüzleşme günlerinde bütün memleketlerde.

Ya bugün nasıl inandıracağız çağımızda insan yanımıza bu olup bitenleri.

Göçleri; sokağından, evinden, mahallenin kedisinden-köpeğinden, toprağından ve köklerinden kopartılan insanların acısını nasıl resmetsek?

Denizler bebekleri yerken, kıyılar bebelerin bedenleriyle beslenirken gerçek katilin elindeki kanı görebilecek miyiz?

 

Çağımızda yeniden hortladı denizler ve okyanuslar ötesinden kötülüğün ve özgürlüğün anası!

Evet, özgürlüğün anası!

Bu ana hiç yitirmemiş çocuklarını, bedel ödememiş. Hep başkalarının yetiştirdiği pamukla giydirdi bebelerini.

Başkalarının çıkarttığı demir madenleri ile yaptı çocuklarına oynasınlar diye ölüm kusan tanklarını, füzelerini.

Uçaklar nasıl uçar? Madde nasıl bomba olur, ölüm olur, yok olur?

Uçakların içindeki yakıtı çıkartan ülkenin çocuklarına o da bomba gönderdi o yakıtı kullanarak, ölüm gönderdi.

Bir de “özgürlük” gönderecekmiş en renkli tarafından paketlenen füzelerin yanında.

 

İşte bir şehir nasıl yanabilirse kendini ve sularını yakarak, öyle yanıyor çocuklar genç kızların saçlarına tutunarak.

Bizse yaşamak istemiyoruz insan olmayan yanımızla bu suça ortak olarak.

Ve asla yaşamamalıyız çocuklarımızın soracaklarından utanarak.