Demokratik bir hakkın kullanılmasına yönelik devletin tepesinden "bu hakkın kullanılması bizim lütfumuzdur" sözünü duyunca, devlet ile birey arasındaki ilişkiyi irdelemek zorunlu hale geldi.

Hegel, birey olmanın gereklerini toplumun devlet organizasyonunu kurabildiği süreçten itibaren önemsediğini söylüyor. Çünkü başıboş topluluklar ve sürüler halinde yaşayan kavimlerin modernleşmeye katkıda bulunmadığını iddia ederek, devlet yapısının ortaya çıkışı ile birlikte modernleşmenin başladığı görüşünü sunuyor.

Oysa Platon ise, devlet ve adalet kavramından şu şekilde bahseder:

"Her kişinin layık olduğu her şey, verilir. Herkes kendi doğasına en uygun işi üstlenir ve bütüne hizmet anlayışı ile topluma en iyi hizmeti verir."

Karl Marks’a göre ise, toplumsal mülkiyetin ve siyasal işleyişinin yönetimini sosyalist devletin yürütmesi gerekir. Adalet, eşitlik ve özgürlük bir kişi için değil, bir bütün olarak toplumun tümü için gereklidir. Bunun bir ötesinde ise, gelecekte devlet aygıtının olmadığı ve sorumluluk sahibi bilinçli bireyler toplumunun var olduğu, devletsiz yönetim anlayışından bahseder.

Fransız düşünürü olan Montesquieu’ya göre ise yasama, yürütme ve yargı olarak tanımladığı birbirinden bağımsız ve birbirini denetleyen üç ayrı güçten bahsedilir. Kuşkusuz Cumhuriyet, monarşi ve İstibdat (zorba, despot ve faşist) yönetimlerin de tarifini yapmıştır. Yasama, yürütme ve yargının bağımsızlığını kaybetmesinin sonuçlarını bir toplum nasıl öderse bizim toplumumuz da şu an onu ödemektedir.

Güçlerin dengesi değil, güçlerin birliği hedeflendiğinde denetim mekanizmalarının ve oluşabilecek muhtemel hataları düzeltecek uyarı mekanizmalarını da ortadan kaldırmış oluyorsunuz. Oysa uyarı mekanizmaları toplum ve devletteki risk ölçerler, ancak hukuk, adalet, yargı ve yürütmedeki güçler ayrılığının doğru çalışması ile mümkündür.

Esas konuyu dağıtmadan anlatmamız gerekirse:

Birey yoksa, devlet yoktur. Oysa devlet olmadan önce de birey vardı. Tek farkı birbirinden güç alarak ayakta kalabilen topluluklar halinde varlıklarını sürdürebiliyorlardı. İnsan dünyaya geldiğinden itibaren bir devlet aygıtının koyduğu kurallar ve yasalar etrafında hareket etmeye, davranmaya veya yaşamaya mecbur kılınmakta. Elbette milyarlarca insanın bir kargaşa olmadan yaşaması için yeryüzünde bir sistem ve düzenleyiciliğe ihtiyaç olacaktır.

Ancak bu düzenleme onun düşünmesini, özgür iradesini, kimliğini, dilini, aidiyetini ve de inancını yok edecek, telef edecek bir düzenleme olamaz. Devlet aygıtını her ele geçirenin onu kendi dar görüşü ve seçim sistemindeki çarpık sonuçlar çıkartan değerlere göre dilediği gibi kullanma arzusu, ötekini yok etmeye kurgulu büyük bir trajediye dönüşmektedir. Bu nedenle bireyin hakkı yukarıdan verilen ve lütfedilen bir hak olamaz. Tek bir kişi bile olsa onun farklılığı, anayasal güvence altında olmalıdır.

Demokrasi, çoğunluğun azınlık üzerindeki tahakkümü değil, azınlıkların haklarının en az çoğunluk kadar anayasal güvence altına alınan ve korunan sistemin adıdır.

Demokraside öteki olmazsa "ben" ve "bizim gibiler" saplantısı kendi kendisini yok etmeye ve trajik bir biçimde kendi içinden ötekini doğurmaya başlar. Çok seslilik, şiddete başvurmadığı sürece düşüncesini kitleler karşısında anlatmak ve onun kazanmaya çalışmak demokrasinin olmazsa olmazıdır.

Devlet aygıtı tümüyle bireylere ve toplumun çıkarlarına hizmet etmek için var olmalıdır. Oysa iktidarı her ele geçiren hizmet etmekten öte devletin bizatihi kendisi olmaya çalışmakta ve tüm toplum tarafından üretilen gayrisafi milli hasılayı kendisi ve etrafındakilerle paylaşmaya meyillidir. Bu yönetim anlayışının istikrarlı bir geleceğinin olmadığını Ortadoğu’da güçlü gibi görünen ama halk tarafından desteği çoktan yitirilmiş iktidarların nasıl acı deneylerle değişime uğradığını görmekteyiz.

Devlet ve birey ilişkisi demokratik ve bireye hizmet eden düzenlemeler şeklinde olmak zorundadır. Devlet aygıtı şeffaf, hesap verebilir ve denetlenebilir olmak zorundadır. Elbette birey de kendi sorumluluğunu yerine getirecek bilince de sahip olmalıdır. Çevre, toprak, akarsular, yaşanabilir şehirler, doğal köyler ve insanca bir gelecek için bireylerin gözleyen, denetleyen, sorgulayan ve gerektiğinde düzeltici faaliyetler için haklarını kullanmayı bilen bireyler olmak zorundadır.

Devlet, toplum içindeki farklı inanç ve kültürde olanların varlığını anayasal güvence altına almalı ve onun yok olmasını engellemelidir. Farklılığımızın zenginliğimiz olduğunu unutursak; kurak, çorak ve düşünce, bilim üretemeyen bir topluma dönüşürüz.

Devlet, birey için kendi hayatını kolaylaştıracak ve düzenleyecek kurumsal bir açtır.

Oysa bir devlet dairesindeki memurun, bürokratın, polisin, subayın veya "makamı" işgal edenin sade vatandaşa, kendi bireyine bakış açısı üstten ve tepeden bakan nobran bir yaklaşıma sahiptir. Her hareketinde size "devlet benim" davranışı ile varlığını hissettirir. Devleti kutsayarak, devleti her şeyin üzerinde tutarak, onu tartışılmaz ve üzerinde görüş söylenemez şeklinde bir putlaştırmaya dönüştürürseniz, o devletin hep birlikte tutsağı haline gelirsiniz.

Devlet, vatandaşı varsa devlettir. İnsan hakkının, insan onurunun, insan haysiyetinin ezildiği, horlandığı yerde birey yoktur; mutlak devletin egemenliği vardır.

Sonuç olarak, hiçbir dönemde, hiçbir yönetim anlayışında haklar yukarıdan verilmez. Bir mücadele sonucunda alınır. Yukarıdan verilmesi beklenen ve lütfedilen haklar, kolayca da geri alınır. Bu durumda hak ve demokrasi, iktidarda olanların ne kadar lütfedeceğine ilişkin vicdanına kalmış olur. Oysa bireyin hakkı-hukuku, hangi iktidar gelirse gelsin yasalarla güvence altında tutulmalıdır. Ve akıllı, sorumlu, bilinçli bireyler de bu haklarının farkında ve takipçisi olmalıdır.

Birey varsa devlet vardır, adaletli devlet varsa toplum bir düzen içinde huzurla yaşar.