
Edebiyat dergilerinde bazen şiirin toplumu dönüştürmede bir işlevinin olup olmadığı tartışmalarına rastlıyorum. Bu yeni bir tartışma değil elbet. Uzun yıllardır toplumcu-gerçekçi veya imgeci-gerçeküstücü şiir akımları ne vakit gündeme gelse bu konu da kendiliğinden gündeme gelir.
Buradaki en ironik soru da şudur: İçerik mi biçimi belirler, biçim mi içeriği? Yani bir şiirin sanatsal niteliğinin olup olmadığı hakkında bir çözümleme yapılacaksa bu kalibreye uygun mu, değil mi ekseninde tartışılır.
Şiirin kuşkusuz okuyucuyu büyüleme, sorgulatma işlevinin yanı sıra, bazen mesaj verme, bazen de duygu yumağı içinde onu bir belirsizliğe sokabilecek bir etki gücü vardır. Burada şiirin içeriğini, o şiirin kendine özgü dili ve üslubuyla değerlendirmek yerinde olacaktır. Eğer bir şiirin, içerikte toplum ve birey üzerindeki etkisini kabul ediyorsak, o şiirin biçim ve estetik kaygısının olması gerektiğini de kabul etmeliyiz.
Şiir, gerçekliği ve nesneleri olduğu gibi mi kavramalı –eğer böyle olursa bir yansıtıcıdan farkı kalmaz–, yoksa onu şairin şiir bilgisi ve anlayışı doğrultusunda bir sanatsal yaratıcılığa mı yükseltmeli?
Şair, sözcüklere çok yanlılık, eşanlamlılık ve imge yüklü anlamlar katarak, okuyucunun şiiri akıl, sezi ve algılarla kavramasını sağlar. Çünkü bazı şiirleri “ne anlatılmak isteniyor” kaygısıyla okumak, çoğu kez o şiirin büyüsünün bozulmasına ve lezzetinin kaybolmasına da neden olabilir. Okuduğunuz şiirin, bırakın sizin üzerinizde bıraktığı etki neyse, öyle kalsın. Sözcüklerden ne anlıyorsanız, o şekilde hayal etmeye devam edin. İnanın ki şair, yazarken, büyük bir ihtimalle sizin hayal ettiğinizin çok dışında bir şeyi geçirmiştir aklından.
Çok anlamlılık şiirde yaratıcılığı artıran ve okuyucuyu da o şiirin bir parçası haline getiren bir süreçtir. Okuyucu, şiirdeki imgede kendinden bir parça bulacak ve o şiiri kendisini anlatıyor duygusuyla okuyacaktır.
Ayrıca şiirde imge yoğunluğunun olması da benim tercih ettiğim bir şeydir. Şiirde sözcük sarfiyatından kaçınmak gerektiğini düşünürüm. Sözcüklerin bol kullanıldığı başka yazı türleri de var elbet, örneğin roman gibi. Konu şiir olunca durup bir düşünmek gerek. Ve yazıldıktan sonra fazlalıklar ayıklanmalı; eksik bir sözcük ya da sizi rahatsız eden ve henüz bitmediği duygusunu yaşatan ne varsa onu bulup tamamlamak gibi.
Şiirde “şiir işçiliği” dediğimiz gerçek bir işçilik sanatı vardır ve de şiiri şiir yapan çalışma da esasen budur.
Bir de şiirin “demlenmesi” durumu vardır ki o bambaşka bir şey. Yazıldığı andan itibaren o auranın içinde bazı eksiklikler sıcağı sıcağına anlaşılmaz. Yazdığınız duygunun ve etkilenimin geçmesini beklersiniz ve o şiire biraz yabancılaşırsınız. Tekrar ele aldığınızda yanlışlarınızı görür ve üzerinde çalışırsınız. Esas işçilik de o andan itibaren başlar.
Ben şiirdeki imge yoğunluklarını, “şiirin okuyucu tarafından yeniden üretilmesi süreci” olarak tanımlıyorum. Siz yazdıktan ve paylaşıma soktuktan hemen sonra, şiir, nitelikli okuyucu elinde yeniden üretilir. Belki yazı ile ve sözcükler ilave edilerek değil ama anlam, duygu; hüzün, sevinç, coşkunluk şeklinde vücut bulur. Zaten o nedenle seksen beş milyonluk ülkede en iyi şiir kitabı bin beş yüz adet satıyor. Çünkü şiiri sevmek ve iyi bir şiir okuyucusu olmak bir nitelik gerektirir, o da maalesef bu memlekette yok.
Konuya yeniden dönecek olursak; hayatta ve doğada var olanı, herhangi bir imge yüklemeden direkt aktarma yapılarak yazılan şiirde de bir nitelik vardır. O nedenle şiiri tartışırken tek ve doğru budur diyebileceğimiz bir parametremiz olamaz. Yoksa Karac’oğlan, Dadaloğlu, Edip Cansever, Turgut Uyar, Nâzım Hikmet gibi şiirin farklı türlerini yazmış şairlerin yazdıklarını nasıl anlatacağız?
Şiir, içinde bulunduğu toplumsal dinamiklerden ve hareketlerden etkilenir, etkilenmelidir. Çünkü şiir, hayatın ta kendisidir. Zamanın gerçeği yansıtan ruhudur. Bu nedenle şiir akımlarını içinde bulunduğu döneme, anlayışa ve bakış açısına göre değerlendirmek gerekir. Halk şiirinin ayrı bir tadı, ikinci yeninin başka bir tadı, toplumcu gerçekçiliğin de apayrı bir tadı ve etkisi vardır. Demek ki şiirde tek doğru yoktur.
İmge, şiirin vazgeçilmezidir; benim için böyledir bu, bir başkası pekâlâ farklı düşünebilir. Yine de şiir üzerine tartışmayacağız anlamı çıkmaz buradan.
Şiirdeki imge, bazen gerçekliğin tersyüz edilmesi ile sezilere seslenir. Bu sezilerse direkt düşünceden bağımsız gibi dursalar da bir anlamda düşüncenin, yani önceden edinilmiş bilincin ve yaşanmış tecrübenin etkisindedir. Çünkü yaşamayan yazamaz.
Gerçeklik, bilinç ve sezi: çoğu kez güçlü imgelere bu üçü aracılığıyla varılır; sanatsal yetkinliğe ise sözcüklere yüklenen çok anlamlılık sayesinde ulaşılır. Çoğunlukla içerikte anlaşılır, biçimde ise estetik kaygıdan hareketle yazılmıştır. Bir başka deyişle, yapısal bütünlüğe diyalektik süreçte ulaşılır. Bu nedenledir ki içeriği biçimden, biçimi ise içerikten bağımsız düşünmek diyalektiğin doğasına aykırıdır.
Peki şiirin toplumsal ve bireysel işlevini tamamlayabilmesi için şairin içinde bulunduğu hayatı ve sosyoekonomik koşulları çevreleyen bir ideolojik donanıma sahip olması gerekir mi? Can alıcı soru bu. Eğer bir şairin ideolojisi yoksa yazdığı şiirin şiir olamayacağı anlamı çıkmaz değil mi buradan? Pekâlâ serseri ve hiçbir dünya görüşü olmayan biri de şiir yazabilir. Bu durumda burada tartışmamız gereken şey onun sanatsal niteliği olmalı.
Peki bir dünya görüşüne sahip olmak ne demektir? Dünya görüşünün olmaması da bir dünya görüşü müdür, bu başka bir tartışmanın konusu olsun.
Şiir yaratısının objektif süreçlerinde hangi argümanın nasıl ve neye göre kullanılacağı ise şairden şaire farklılık gösterir. Bu nedenle ben de kendi durduğum noktadan yorumlamaya çalışıyorum.
Bana göre, bir şairin maddi olarak hangi sosyal kategoride olduğu değil, dünyaya, olaylara, içinde bulunduğu antagonist çelişkilere nasıl baktığı önemlidir. Şair, bireyin sorunlarından kendini ayrı düşünmemelidir; şiir, insanın ve doğanın bizzat kendisidir. Öyle ya, sistemlerin, özellikle de kapitalizmin en çok yıprattığı ve yok ettiği şey, insanın kendisi ve üretim adına doğanın tahribatıdır. Buna yabancılaşan bir şair istediği kadar iyi şiir yazsın, bence bir yanıyla eksik kalmış demektir ve tek kanatlı kuş gibidir.
Bunun aksini söylemek de mümkün, pek çok örneği de var: Slogan şiir söylemek, kaba bir içeriğin mahkûmu olmak ve mesaj kaygısıyla estetiği görmezden gelmek de şiiri yarım yazmak demektir. Buradan çıkartacağımız sonuç, biçim ile içeriğin bir bütün olduğudur; biçim ile içerik, birbirini tamamlayan bileşik kaplar gibidir.
Kapitalist üretim tarzının dayattığı ve insanlar arası değerlerin alınıp satılabilen, aşkın ve sevginin metalaşabildiği, ailenin küçük parçalara ayrılıp insanın kendine, çevresine ve doğaya yabancılaştığı günümüz dünyasında bireyin iç dünyasını, bunalımlarını, yalnızlıklarını işlemek bireycilik olarak tanımlanamaz sanırım. Bireycilik ile onun içsel yolculuğunu işlemek de birbirinden farklı iki ayrı durumdur.
Ayrıca şiirde, toplumsal olanla bireysel olanı birbirinden ayırmak olası mıdır? Bireyin iç dünyasını oluşturan etkenlerin dış dünyanın ilişki zinciri ve çelişkileri sonucu ortaya çıktığını vurgulamak diyalektik etkileşimin vazgeçilmez koşuludur. Çünkü birey ve toplum, birbirini tamamlayan iki olgudur. Bireyin sorunlarını toplumun sorunlarından keskin bir çizgiyle ayıramayacağımıza göre, yeni dünyada egemenlerin yaratmak istediği bireycilikle şairin işlediği bireyi iyi tahlil etmek gerekir.
Bütün bunlara değinmemizin nedeni, şiir yaratısı sürecinde şairi çevreleyen objektif ve sübjektif iklimin, onun şiir üzerindeki anlayışının oluşmasındaki hegemonik etkiyi anlamaktır.
Biçim ile içerik tartışması, “gerçek şiir”in varlığını asla gölgelememelidir.
Peki son vurguya gelecek olursak; şiir bir ihtiyaç mıdır? Şairler neden şiir yazarlar? Ya da insanlar yazılan şiirleri neden büyük bir istekle okumak isterler?
Friedrich Engels, “İhtiyaç keşfin anasıdır,” derken sanırım şiir ve sanat yaratımını düşünerek söylemedi; daha çok üretim tarzı, artı-değer ve bilimsel gelişmeler ile teknolojik yeniliklere ve de diyalektik materyalizme atıfta bulunmak için söyledi.
Şiir bir yaratı ise, aynı zamanda da “keşfetmek” anlamına gelir. Düz bir mantıkla, eğer keşifse, şiire ihtiyaç duyduğumuz için keşfediyoruz demektir.
Kısacası, dünya döndükçe şairler hep var olacaktır. İnsanlık var oldukça sonsuz ihtiyaçları da olacaktır. Kapitalizmin üretim tarzı ve kentleşme, insanı yalnızlaştıran bir yaşama mahkûm ediyor. Yalnızlaşan birey içekapanıyor ve kendine daha çok duvarlar örüyor. İşte şiir ve şair burada devreye giriyor; bireyi o içsel durumundan, karamsarlığından, hüzün sarmalından ve yalnızlığından çekip bazen aydınlığa çıkarıyor, bazen büyülü bir yolculuğa eşlik ediyor.
Şekli ve içeriği her ne olursa olsun, yaşam var oldukça şiir de, şair de hep var olacaktır.
Bu böyle biline!


